Üretimde yeni trend : İletişim

0


    İnternette gezinirken Aberdeen Group imzalı önemli bir araştırmaya rastladım. 86 büyük işletmede detaylı bir araştırma yapmışlar ve üretim sistemlerinde en sıkıntılı görünen ilk 6 sorunu belirlemişler. Bu aynı zamanda üretim sistemleri için neyin gelecekte önemli görüldüğü ve trendin ne yönde değişeceği ile ilgili de önemli ipuçları veriyor. Birlikte inceleyelim:


  1.  En yüksek oranı alan sorunu iki bölüme ayırabiliriz; birincisi değer akışı haritalamanın da ilk konusu olan parçanın hammadde olarak girişimden müşteriye teslimine kadar geçen sürenin azaltılması, ikincisi ise fikirden - ürüne geçiş süresinin yani değer akışın dizayndan başlayan halinin iyileştirilmesi. Bu araştırmadan günümüzde üretici firmaların öncelikli gündem maddesinin bu olduğu sonucunu çıkartabiliriz ki bu fiilen şahit olduğumla da paralel.
  2. İkinci odak noktası yeni fikirler olarak ifade edebileceğimiz "Yenilikçilik" konusu. Malum artan rekabet artık klasik üretimde iyi olmanın yetersiz olmasına, başkalarında olmayan yenilikçi birşeyler bulmanın giderek daha da önem kazanmasına yol açıyor. Bu konuyu başka yazılarda daha da açacağım.
  3. İşlem maliyetlerinin azalması ile ilgili benim dikkatimi çeken nokta 3. sıraya gerilemiş olması. Bu, artık daha ucuza mal ederek rekabetçi olmanın pek mümkün olmadığının, üreticilerin aşağı yukarı benzer birim maliyetlere geldiğinin de bir göstergesi.
  4. Dördüncü sıkıntılı konu, farklı coğrafyalarda çalışan insanların aynı dili konuşması, aynı standartları izlemesi ve aynı verimliliğe ulaşmasının zorluğu. 4 kıtada 22 fabrikası olan bir grubun çalışanı olarak kesinlikle katıldığım ve ne kadar sıkıntılı olabileceğine bizzat şahit olduğum bir madde bu.
  5. Beşinci madde de 4'ün uzantısı aslında özellikle büyük işletmelerde lokal yönetimlerin birbirleri ile uyumu çözülmesi ve yönetilmesi gereken ayrı bir problem oluşturuyor.
  6. Son madde kalite seviyesinin yükseltilmesi ve bu maddenin de sonda olmasının ayrı bir anlamı var. Tıpki 3. maddede olduğu gibi kalitenin son sırada yer alması artık üreticiler açısından kalitesel farkların çok azaldığının, kalite problemi yaşayan üretici oranın düştüğünün, bir başka deyişle, kalite nedeni ile farklılaşmanın giderek zorlaştığının bir ifadesi.
Araştırma ikinci adımda en güçlü firmaların bu zorlukların üstesinden nasıl geldiklerini belirlemek için birkaç önemli Anahtar Başarı Göstergesine (KPI) bakmış ve araştırmaya konu olan firmaları liderler(%35) ve onları izleyenler(%65) olarak gruplandırmış:



Anahtar göstergeler sanırım hiçbir üretimci için yabancı değildir ama tüm okuyucular için kısaca tanımlayalım:

OEE (Overall Equipment Efficiency) genel ekipman verimliliği göstergesi ki içerisinde kalite oranı, tezgah çalışma oranı ve operator verimliliği çarpanlarını barındırıyor.
İkinci gösterge planlanan faaliyet karı ile gerçekleşenin arasındaki farkları gösteriyor.
Üçüncüsü zamanında teslimat göstergesi
Dördüncüsü ise başarılı şekilde yeni ürünün devreye alınması oranı

Sektör lideri kuruluşların yukarıdaki göstergelerde hangi ortalamaları tutturdukları bence kıyaslama için oldukça iyi bir veri oluşturuyor.

Araştırmanın asıl amacı işletmelerin işlerini yaparken kullandıkları iletişim ve eşgüdüm araçları olarak ifade edebileceğimiz (Collaboration and Communication tools - C&C) araçları nasıl kullandıkları ve bunun işlerini nasıl iyileştirdiği. En sık kullanılan iletişim ve işbirliği araçları şöyle:





 İlk iki sırayı e-posta ve internet tabanlı toplantı programları alıyor. Sektör liderlerinin her türlü iletişim aracını çok daha fazla kullandığına ve bloglar - forumlar - sosyal medya gibi bizim alışık olduğumuz çalışma kültüründe pek yeri olmayan araçları da devreye aldıklarına dikkat edin lüften. Bunlar halen Türkiye'de birçok firmada yasaklı sayfalar arasında.

Bu tip iletişim ve işbirliği araçlarının kullanımının ardından işletmelerin stok doğruluk oranı, verimlilik, zamanında teslimat, yatırım geri dönüş oranları gibi birçok parametrede ciddi iyileşmeler sağladıkları ve lider olarak nitelenen firmalarda bu oranların çok daha fazla olduğu da araştırmada paylaşılan sonuçlardan bir tanesi.

Bu sonuçlara bakarak, özellikle büyük çaplı firmalar için kişiler arası, bölümler arası ve fabrikalar arası iletişimin ne kadar büyük bir kayıp yaratabileceğini, buna yatırım yapmanın ve işbirliğini geliştirmenin neler sağlayabileceğini yorumlamak zor değil. Herbirimiz kendi işimizle ilgili detaylara boğulmuşken resmin tamamını görmek ve iletişim problemlerini adreslemek zor sanırım. Ama görünen o ki, üretim ve işletmecilik alanında da dünyanın geri kalanında olduğu gibi iletişim çok daha önemli hale geliyor ve liderler şimdiden bunu sağlayabilecek her türlü teknolojiyi bünyelerine katmış durumda.

İnsanların blog, forum ya da sosyal paylaşım sitelerine girerek zaman öldüreceği ya da iş kaybı yaratacağı yönünde bir algımız var aslında. Bu hem kültür hem de güven problemi. O yüzden bu araştırmayı okuyup "oo çok iyi, bizde hemen uygulayalım" demeden önce kültürü ve insanların davranışlarını iyi irdelemekte de iyi olur tabiki.

Ama her halükarda, eninde sonunda bu araçları kabul etmek ve verimli kullanmak zorundayız. İşlere bu tarafından da bakmakta ve vizyonu genişletmekte fayda var.

Araştırmanın tamamına bu adresten ulaşabilirsiniz.... Üye olmanız istenecek ve ücretsiz olarak araştırmayı görebileceksiniz...

0 yorum:

Sen benim kim olduğumu biliyor musun?

0



Osmanlı neden bir zamanlar büyüktü ve bizden neden bir şey olmaz bir anekdotla açıklayayım; mevkisinin, makamının, malının kimden geldiğini unutan herkese gelsin:

Süleymaniye Camiinin inşaası sırasında bir ermeni usta, yanlış duvar yapması sonucu, Kanuni tarafından cezalandırılır. Ermeni usta, sultandan şikayetçi olur. Kadı, ikisini de huzuruna çağırır. Kanuni ve usta, kadının karşısında ayakta beklemektedirler. Karar açıklanır: "Kısas!" yani Kanuni de aynı şekilde cezalandırılacaktır. Ermeni usta, adalete hayret eder ve:
-"Madem dininiz bu kadar adil, hem davamdan vazgeçiyorum hem de müslüman oluyorum" der. Davadan sonra Kanuni, kadıya: -"Eğer ben padişahım diye benim lehimde bir karar verseydin, seni bu kılıcımla öldürürdüm" der.  Kadı, oturduğu minderin altından bir hançer çıkarır ve : -"Sultanım siz de eğer 'ben padişahım' diye kararıma itiraz etseydiniz ben de bu hançeri sizin kalbinize saplardım..."

Sahip olduğu geçici makamı kendinden zannedenler, vekil oldukları halde asıl'a hizmet değil ukalalık yapanlar, adam kayırmayı, insanlara mevkilerine göre davranmayı bilgelik zannedenler her dönemde vardı. Ama bu aralar arttı mı, bana mı öyle geliyor bilmiyorum.


Bu dünyada mevki, makam artarsa rahatlık değil sorumluluk ve sıkıntı artar. Aksi oluyorsa ya sistemde ya adamda bir problem vardır...

0 yorum:

Eğlenceli İş Alanları Yaratmak

0
İşyerinde mutluluk deyince neden sürekli zıplayan insan fotoları çıkyor bunu da anlamadım. Çok mutlu olduğum an oldu hayatta ama hiç zıplamadım sevinince... :)


Sanırım günümüzde başarının sırrı, farklı düşünmek, kalıpları yıkmak ve büyüklerimizden öyle gördüğümüz için sorgulamadan kabul ettiğimiz bazı değerleri yıkmaktan geçiyor. En azından yeni fikirler ve yaratıcı çözümler üzerinde çalışmak zorunda olan bir sektörde iseniz durum kesinlikle böyle.

İş yerlerinin belirli bir ciddiyette ve, bir bakış açısıyla, sıkıcılıkta olması gerektiği de bu kabullerden biri.  Yazılı bir kural olmasa da yetişkin olmanın insana her nedense bir sıkıcılık ve resmiyet getirmesi gerekt.iğine inanıyoruz sanırım. Aksi tüm davranışlar çocukça, ya da ciddiyetsiz olarak nitelendirilip dışlanıyor. Kim daha somurtkan ve ciddi ise ona karizma ve saygınlık yüklüyoruz. Küçük mutluluklarımızı kaybediyor, iş dünyasının boğucu problem yumağının içinde geçiriyoruz günlerimizi.

Şurası bir gerçek ki, kapitalist sistem pek insanca değildir. Odağa para, para ve daha çok parayı koyduğunuz anda insanı kısa sürede derin bir depresyona sokacak kadar sıkıntı yaşamaya başlarsınız. Çünkü her ne kadar bize çok doğru ve normal gelse de, maddi kazanca odaklı yaşamak insan ruhuna aykırıdır. Bugün bütün işletmeler, "kar maksimizasyonu", "maliyetleri düşürme", "daha verimli çalışma" gibi konulara kendilerini vermiş görünüyorlar. Görünüyorlar diyorum, çünkü birçoğu aslında tam olarak ne yaptığını ya da yaptığının yukarıdaki hedefler için ne işe yaradığını bilmiyor.  "Standartlaştırma" kavramı bir başka güncel trend. 10 toplantının 9'unda ya da 100 eğitimin 99'unda bundan bahsedilir bir şekilde ve sürekli olarak standartlaştırmanın öneminden, ne kadar kritik olduğundan, yapılırsa ne gibi faydaları olduğundan söz edilir. Bu öyle birşey ki, birkaç toplantıdan sonra "Ulan herhalde bizde hiç standartlaşma yok" diye, kendinizi sorgulamaya başlarsınız.

Şimdi aksi tarafından düşünelim ve şu teorileri ortaya atalım:

  • İşletmenin amacı sadece para kazanmak değildir. Çalışanlar için refah, mutluluk, keyif de üretmiyorsa çok da anlamlı değildir.
  • İşyeri sıkıcı ve ciddi olmak zorunda değildir. Keyifli detaylar, rengarenk düzenlemeler ve mola yerlerinde küçük oyun imkanları insanları zevzekliğe ve gevşemeye değil, keyife ve motivasyona yönlendirir.
  • Herkesin aynı örnek giyinmesinin işletme karlılığına ya da verimine zerre kadar faydası yoktur.
  • Masasını nasıl düzenleyeceğine, hangi renk kalemi kullanacağına, kendi kişisel alanında neleri tutacağına kendi karar veremeyen adamın işletmenin büyük projelerinde karar vermesi, insiyatif alması çok zordur.
  • İşletmelerde birden çok kişinin kullanmasının zorunlu olduğu (tezgahlar gibi), alanlar dışında katı bir disiplin ve "aynılık" aramanın bilinen hiçbir faydası yoktur. Hiçbir araştırma bunun herhangi bir parametreyi iyileştirdiğini göstermemiştir.
  • Aynı işi, aynı şekilde ve aynı zaman içinde yapmayı sağlayacak standartlaşma önemli ve gereklidir. Aksi karmaşa ve verimsizlik getirir. Ama orada bırakmak gerekir.
  • Renkli posterler, eğlenceli yazılar, dinlenme alanları, kişiselleştirebildiğiniz çalışma alanları öncelikle kişiye önemsendiği ve birey olarak kabul edildiği duygusunu verir. Sonrası ise bağlılık ve motivasyon meyveleridir.
  • Bireyselliğe değer veren ve cesaretlendiren işletmelerin yaratıcı çözümler üretmesi aksi işletmelere göre çok daha muhtemeldir.
  • İşyerine hawaii tişört ve terlikle gelince insan daha verimsiz çalışmaz.
  • İnsan isterse hem neşeli, keyifli çalışıp, hem de verim üretebilir.

Ne dersiniz? İmkansız mı? Çok saçma mı?

Bu konuda o kadar araştırma var ki, burada paylaşma zahmetine girmeyeceğim. Çünkü "Bilimsel Saçmalıklar" yazımda yazdığım gibi, bilimin ne dediği maalesef kabul edilmiş kalıplar üzerinde hiç etkili değil.

Fotoğraf çoğu kez yazıdan etkilidir:

En sağdaki adam şirketin CEO'su geleneksel "Dans savaşı" yapıyorlar. Firma Next Jump

















Fotoğrafların bir kısmı Google'dan bir kısmı farklı harika çalışma mekanlarından, ama çok farklı işletmelerden de benzer fotoğraflar geliyor. Hatta bu konuya adamış internet siteleri de bulmak mümkün. En sevdiğim ve arada takip ettiğim iki siteyi aşağıda paylaşıyorum. Ve tekrar soruyorum:

NEDEN OLMASIN?

Neden işletme hem çok eğlenceli hem de verimli olmasın? Neden birbiriyle tıpatıp aynı görünen, aynı tip giyinen ve hep derli toplu masalara sahip çalışanlar görmek istiyoruz? Onların daha iyi olduğuna bizi ikna eden nedir?

Bu sitelere göz atmanızı tavsiye ederim:

http://worldblulive.com/        İş yerinde özgürlük platformu...

http://positivesharing.com/    Kendisine CHO, Chief Happiness Officer, Baş Mutluluk sorumlusu ünvanı veren bir adamın bu konuya adanmış sitesi...


0 yorum:

Sürekli iyileştirme hakkında!!!

0
Süper Marionun Sürekli İyileşmesi....


Hiçbir zafer amaç değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük bir amacı elde etmek için belli başlı bir vasıtadır.
                                                                                                                  M.Kemal ATATÜRK


Son zamanların en moda kelimelerinden biri oldu bu iyileştirme. Sanıyorum işletmecilikte moda kavramlar diye bir yarışma düzenlesek, "Yalın", "Sürekli iyileştirme" ve "Sürdürülebilirlik" mutlaka ilk beşe girer.

Şimdi bu tepemizde dönüp duran ve söylene söylene artık içi boşalmaya başlayan sürekli iyileştirmeyi biraz irdeleyelim. Önce söze neden sürekli iyileştirme diye bir söylem geliştirme ihtiyacı var onunla başlayalım;

Araştırmalar insanların iki farklı düşünce yapısına sahip olduklarını gösteriyor. İngilizce karşılıkları "fixed-mindset" ve "growth mindset" olan bu iki tipi ben sabit fikirli ve gelişime açık olarak çevireceğim. Ancak okuyucular kendilerine daha uygun gelen bir karşılık bulabilirler.

İnsanlar, kendi bilgi ve yetenekleri hakkında farklı inanışlara sahipler. Sabit fikirli insanlar, kendilerinde belli miktarda bilgi ve yetenek olduğunu ve olduğu kadarı ile ellerinden geleni yapmaya çalıştıklarını düşünürler. Bu tip bir düşünme tarzı insanı birçok riskten ve başarısızlık ihtimalinden korumakta ve psikolojik olarak daha konforlu bir alanda yaşamaları anlamına gelmektedir. Ancak aynı zamanda değişime ve yenilikçiliğe de direnç taşırlar.
Açık fikirli insanlar ise belirli bir bilgi ya da yetenekleri olduğundan ziyade isterlerse her konuda gelişebileceklerini, herhangi bir kısıt ya da limit olmadığını düşünürler. Bu tip insanlara göre bilgileri de, yetenekleri de zamanla doğru eğitimle, kendini adamayla ya da iyi bir rehberlikle geliştirilebilir. Bu düşünce tarzı insanları konfor alanlarının dışına çıkmaya, yeni şeyler denemeye ve daha çok risk almaya teşvik eder. Ve elbette yenilikçilik ve değişim için bu özellik çok gereklidir.

Araştırmalarda ayrıca açık fikirli olarak tanımladığımız insanların yönetim tarzlarının da belirgin şekilde diğer tipten farklı olduğu görülüyor. Çevrelerinde daha iyi bir iş ortamı oluşturuyorlar.  Çalışanlardan gelecek geri bildirimlere daha açıklar, ekiplerini daha iyi yönlendiriyorlar ve çalışanları tarafından daha adil olarak algılanıyorlar.

Sabit düşünce tarzına sahip olanlar ekiplerinde "yıldızlar" ya da "dahiler" peşindeler. Bunları destekliyor ve ödüllendiriyorlar. Açık fikirli olanlar ise daha çok takım halinde gelişme ve ilerleme peşindeler.

Yukarıdaki araştırma özetleri Standford Üniversitesinde psikoloji profesörü olan Carol Dweck'e ait. Bahsettiğim araştırmalar da onun araştırmaları. Yazının orjinal kaynağına şuradan ulaşabilirsiniz.

Yazının bir yerinde çok hoşuma giden bir ifade yer alıyor, paylaşmak istedim: " Ekibimdeki insanlara sürekli olarak; şu an "iyi" olduklarını bilmeyi umursamadığımı, umursadığım şeyin nasıl "daha iyi" olacakları olduğunu söylüyorum."

İşte bu nokta, yazının ana konusu olan sürekli iyileşme ile bağlantı kurduğumuz nokta. Açık fikirli yöneticiler / liderler her zaman gelişmenin ve iyiye gitmenin mümkün olduğuna inandıklarından odak noktalarını duruma değil, yakın geleceğe çeviriyorlar. Ayrıca mevcut durumun her zaman geliştirilebilir olduğuna, tek kısıtın bunun için gerekli kaynak (para, zaman, eğitim vs...) olduğuna inanıyorlar.

Buradan hızlıca şu sonucu çıkarabilirim: İşletmenizde "Sürekli iyileşme" prosedürleri yazmanızın, bunlara Japonca isimler verip "Kaizen" ekipleri kurmanızın, eğer özellikle üst yönetiminiz ve müdürleriniz açık fikirli insanlar değilse hiçbir yararı yoktur. Öyleyse işletmede değişim yapmak, köklü şekilde kültüre etki etmek ve yalın düşünce yönünde ilerlemek istiyorsanız ilk iş olarak en tepeden en aşağıya uzanan ve çok kararlılıkla yürütülecek bir "açık fikirlilik" dönüşümü başlatmanız gerekir. İlk adım olarak müdürlerinize kendilerinden "tüm cevapları bilen" adam olmalarını değil, "birlikte öğrenen ve paylaşan" insanlar olmalarını beklediğinizi söyleyebilirsiniz. Deneme yapmaya, hatalar yapmaya teşvik edebilirsiniz insanları.

Bana göre insan kendinde yeni şeyler deneme, hata yapma ve öğrenme özgürlüğü görmedikçe yalın üretim fikirleri geliştirmesine ve sürekli iyileştirme yapmasına imkan yok. O kafa yapısına sahip olmadan adı "Sürekli iyileştirme" olan prosedürler izlemenin de anlamı yok. Çünkü bu durum bir diğer populer kavrama, sürdürülebilir olmaya engel. Geçici patlamalar yaratabilirsiniz, kısa dönemli iyileştirmeler de olabilir belki ama bunu bir kurum kültürü haline getiremezsiniz.

Sürekli iyileştirme sorgulayan ve düşünen bir kafa yapısı gerektiriyor ki bu, aslında, bizim yetiştirilme şeklimize ve bozuk kültürümüze aykırı. Bozuk kültür diyorum çünkü şu an ülkemin içinde olduğu ya da sürüklendiği düşünme tarzının Türk insanının özünü yansıtmadığını düşünmek istiyorum.

Değişime kendimizden başlamamız gerekiyor. Ne kadar açık fikirliyiz, değişimi, farklı fikirleri, eleştirileri tehdit olarak mı yoksa öğrenme fırsatı olarak mı alıyoruz? Sorgulayıp anlamaya mı, kabullenip yapmaya mı meyilliyiz? Samimi olarak bu cevapları vermemiz gerek. Elbette herkes bu yaklaşımda olmak zorunda değil. Hatta dengeli bir işletme için bence statükoyu iyi işleten insanlara da ihtiyaç var.

Bakın Osman Hocam konuyla ilgili ne diyor:

""Are we going to re-invent the wheel?" ve "Eski köye yeni adet getirmenin alemi yok" lafları antipatik yaklaşımlar listemin en başında yer alan laflardır. Bu laflar "entelektüel istemiyoruz işinize bakın", "ortalığı karıştırmayın", "doğru çözüm bulunmuştur, bilmiyorsanız bana sorun" diyenlerin sahte bilgeliklerinin bir ifadesidir. İşletmecilikte, fizikte, felsefede, coğrafyada, sporda, siyasette, müzikte, sanatta ilerisinin kahramanları tekerleği yeniden icat etme arzu ve cesaretinde olanlar arasından çıkacaklardır. Bizim gibi Rönesans'ı, sanayi devrimini ıskalamış ülkelere statükoyu iyi işleten profesyoneller kadar korkmadan, çekinmeden "bu iş daha iyi nasıl yapılır" diye bakan entelektüeller gerekir."

0 yorum:

Yalın Yönetim

1


 Türk dil kurumuna göre yalın kelimesi, "Gösterişsiz, süssüz, sade" anlamlarına geliyormuş. Son 20 yıldır bu kelime işletmeciler için bambaşka bir sürü anlama da geliyor.

Japon üreticileri başta Toyota olmak üzere rakiplerine üretim ve karlılıkta fark atmaya başlayınca bir anda dikkatleri üzerine çekti. Vikipedya'ya göre ilk kez 1988 yılında dile getirilmiş "Yalın Üretim" kelimeleri. Aradan 25 yıl geçtikten sonra bugün, Türkiye'de hala anlamaya ve uygulamaya çalışıyoruz. Aslında temelde kayıplardan kurtulmayı ve verimliliği anlatan sistem bu bloğu okuyanların artık çok iyi bildiği klasik tuzağa yakalanmış maalesef. Her zamanki gibi şekilcilik anlamın önüne geçmiş, hatta anlama fersah fersah fark atmış. Bir sürü "guru" ortaya fırlamış ve bugün müthiş büyük bir eğitim ekonomisi yaratılmış durumda.

Elbette bu ekonominin canlı tutulması, insanlarda sürekli bir eğitim ihtiyacı yaratılması ve sistemin geniş kitlelere "kurtarıcı" olarak sunulması gerekli. Türkiye "ithal" sistemler cenneti olarak yurtdışından yalın araçları tam hız kopyalayıp sonra da iyi bir kampanya ile yaymakta pek gecikmemiş. Doç. Dr. Şükrü Özen'in çalışmalarından anlıyorum ki 1990lı yıllardan sonra Tüsiad destekli olarak hızlı bir "Yalın Furya", "Toplam Kalite Yönetimi"  rüzgarı başlatılmış ve 2002 yılında Yalın enstitü kurularak devamlılığı sağlanmış. Bugün de Türk firmalarının rekabetçi olamamasının yalın olmamalarından kaynaklandığına inanan, ya da yalın araçlarını kullanmaya başlasa bir anda çok verimli ve karlı olacağını zanneden insanlar yönetici koltuklarında oturuyor.
Aşağıya en çok kullanılan 25 yalın üretim sistemi aracını listeledim. Üretimin içindekiler bilir ki bunların neredeyse tamamını Türkçeleştirme gereği bile duymadan aynen kullanmaya çalışıyoruz. Bu yarı İngilizce yarı Japonca kelimeler hemen her toplantıda bilinçli bilinçsiz dönüp duruyor. Özellikle sihirli "Sürekli iyileştirme" ya da daha yaygın kullanımı ile "Continous Improvement" demeden bir konuşmayı tamamlıyorsanız, çok da anlamlı konuşmuyorsunuz demektir.
  • 5S
  • Andon
  • Bottleneck Analysis
  • Continuous Flow
  • Gemba (The Real Place)
  • Heijunka (Level Scheduling)
  • Hoshin Kanri (Policy Deployment)
  • Jidoka (Autonomation)
  • Just-In-Time (JIT)
  • Kaizen (Continuous Improvement)
  • Kanban (Pull System)
  • KPI (Key Performance Indicator)
  • Muda (Waste)
  • Overall Equipment Effectiveness (OEE)
  • PDCA (Plan, Do, Check, Act)
  • Poka-Yoke (Error Proofing)
  • Root Cause Analysis
  • Single Minute Exchange of Die (SMED)
  • Six Big Losses
  • SMART Goals
  • Standardized Work
  • Takt Time
  • Total Productive Maintenance (TPM)
  • Value Stream Mapping
  • Visual Factory
Yalın üretim ya da yeni konsepti ile yalın yönetimin ilk problemi isminde. Aynı problem inşaat sektöründe de var. Sanırım işin teorisini yazanlar sıkılıp sırf insanlarla kafa yapmak için isim koymuşlar. İstisnasız tüm inşaatlar kare ya da dikdörtgen şekillere sahip olduğu halde adına "daire" diyoruz. 3+1 daire alıyosunuz ama radyus bile yok, her yer köşe. Yalın da onun gibi geliyor biraz bana.  Karmakarışık sistemler, yığınla döküman işi, kendisi vakit kaybı olan kayıp yok etme işlemleri.  Daha neler neler.

Değer akış diyagramı çizmeye kalkıyoruz ama değerin ne olduğundan haberimiz yok. Kaizen yapalım diyoruz, e yapacak adamlar Türk, Kaizen deyince hiçbir içsel anlam oluşmuyor ki, neyse sürekli iyileştireceğiz diyoruz. Güzel iyileştirelim de nasıl yapacağız? Talimat yazalım. Birinin aklına fikir geldiği zaman döküman yazsın, fotoğrafını çeksin, maliyetini hesaplasın. İyileştirmeyi yapıp tekrar fotoğrafını çeksin. Ne yaptığını, niye yaptığını, öncesi - sonrası fotoğrafları ile bir forma yazsın. Bitmedii. Yaptığı işe yaradı mı diye bir gösterge belirlesin. Onu da grafiğe döksün, 6 ay takip etsin.

Biz de kulakları çınlasın bir Zeki bey var. Ben yukarıdaki paragrafı yazana kadar işi halleder gelir.

Bir işi sürekli daha iyi yapmaya çalışmaktan daha doğal birşey olabilir mi? Buna japonca kelimeler yazıp kafa karıştırmanın ne alemi var? Dede yadigarı temizlik ve düzen işlerine "BEŞ ES" diyoruz artık. %50 Türkçe, %50 ingilizce. Ben askeri okulda okudum. Malum temizlik de, düzen de sivil okullara nispetle çok daha sıkı takipteydi. Herşeyin yeri ve konma şekli belirliydi ama bize komutanlar hiç 5S demedi. O zaman onlara "Seiki - Souku" filan anlatmaya kalksaydım alacağım cevabı şimdi bile çok net biliyorum.

Bir işin nasıl ve ne şekilde yapılacağı genellikle sonrasında neyi kontrol ettiğinizle alakalıdır. Siz üretimdeki/sahadaki adamlara ne derseniz deyin, kısa bir süre sonra iş, neyi sorguladığınıza indirgenir. Yani, örneğin bir sürekli iyileştirme sistemi kurduysanız ve sonrasında kaç iyileştirme işi yazılmış ve panolar dolu mu diye bakıyorsanız, uyanık Türk insanı hemen adapte olur. Yalandan istenen sayıda iş yazılır. Renkli grafikler oluşturulur ve alışılmış rutin aynen devam eder.

Sıradan bir işletme gibi nispeten karmaşık, çok insanın olduğu ve farklı departmanların birlikte çalıştığı ortamlarda "mana"yı kaçırıp şekle dalmak çoğu kez çok kolay olur. Yönetici yalın için "NE" yapıldığına değil "NEDEN" yapıldığına dair odak noktasını hiç kaybetmemelidir. Daha doğrusu önce bu odak noktasını bulmalı, sonra kaybetmemelidir.

Yalın üretim kavramı ortaya atılalı 25 yıl olmuş. Bu 25 yılda henüz benim bildiğim hiç kimse bunu tam olarak kopyalayamadı. Herkes yarım yamalak bir tarafından tutuyor ve her işletmede yukarıdaki 25 aracın en az 8-10'u şeklen uygulanıyor. Peki adı gereği "Yalın" olması gereken sistemler neden karmaşık? Neden kimse tam olarak kopyalayamıyor? Neden kısa sürede etkinliğini yitiriyor ya da hiç etkili olamıyor?

Bu soruların cevaplarını aramadan önce Toyota ile ilgili bildiğim ama araştırıp doğrulamadığım bazı bilgileri aktarayım:

Toyota 19yy. sonlarında tekstil makineleri yaparak iş dünyasına giriyor. Sonra otomotiv sektörüne de girmeye karar veriyorlar(1937 de). Ancak maalesef ilk başta hiç başarılı olamıyor hatta 1950 yılında iflas noktasına geliyorlar. İşte o noktada onurlu olmaları ile tanınan Japon halkına mensup fabrika sahibi Kiichiro Toyoda işçileri topluyor ve iflas edeceklerini ve iyi yönetemediği için çok üzgün olduğunu belirtiyor. Japonyada kültür çok farklı. Orada şirketinizle bir nevi evleniyorsunuz. Çok özel bir durum olmadıkça bir işletmeye giren ömür boyu kalıyor ve orayı evi gibi sahipleniyor. İşçiler kabul etmiyorlar bu durumu ve şirketi düze çıkarmak için hepsi pay sahibi olarak el birliği ile çalışmaya karar veriyorlar.  Kiichiro Toyoda başarısız olduğu için çekiliyor ve yönetimi  Taizo Ishida'ya devrediyor. Öneri sistemi o zaman başlıyor ve işçilerin iyileştirme önerileri ile büyük bir çıkış yakalıyor.

Kültüre, ruh haline ve motivasyona dikkat edin lütfen. Hikayenin sonrasını hepimiz biliyoruz. Ama oradaki işçilerin boş kağıtlara kafa kafaya vererek çizdikleri şekilleri bugün "VSM - Değer akış haritalama" diye 2 günlük eğitimle anlatıyorlar. 50 yıllık sürede, tamamı ihtiyaçtan doğmuş çok güzel pratik araçlar bulmuşlar. Kanban dedikleri basit kağıtlarla üretim iş emri taşımışlar mesela, ya da bu tip dönüşlerini, ayarları nasıl daha pratik yaparız diye kafa yormuşlar.

Ben canı gönülden inanıyorum ki, sahadaki işçiye , ustaya: "Ya bu ayar işini nasıl kolaylaştıralım usta" diye sorup birlikte fikir yürütmekle, ona gidip: "Usta SMED çalışması yapacağız" demek arasında dağlar kadar fark var.  Ya da çalışanlara "NEDEN"leri anlatıp onları süreçleri iyileştirmek konusunda cesaretlendirmekle, ortaya kocaman bir pano dikip, üzerine ingilizde C-I-P harfleri yazıp türbeye çaput bağlayanlar gibi panonun kendisinden medet ummak arasında da çok fark var.

Kaldı ki ben yurtdışına defaten çıkmış, 72 milletten insanla çalışmış biri olarak iddia ediyorum ki, Türk insanından daha pratik zekalısını ve kurnazını göremezsiniz. Neden kendimizi prosedürlere boğup bu özellikten feragat edelim ki? Toyota sistemini Toyota sistemi yapan 25 araç değildi. Japon kültürü, bağlılığı, içsel motivasyonu ve düşünme şekliydi. Türklerin çalıştığı bir işletmeyi başarılı yapacak olan da bu kültüre özgü tozlanmış, paslanmış değerleri tekrar diriltmek, cilalayıp kullanmak olacaktır.

Aslında felsefesi çok sade olan, araçları basit ve kullanışlı olan bu üretim ve yönetim sistemini karmaşık ve anlamsız hale getiren bizleriz. Özünü anlamak ve kendimize uyarlamak konusunda biraz emek verebilsek, biraz uygulama başarısının örgütsel davranışla ilgili olduğunu, bir kişinin ya da departmanın hiçbir anlamı olmadığını hissedebilsek yalın felsefe hayatımızı kolaylaştırabilir.

Birçok işletme yalın sisteme geçişi farklı amaçlarla istiyor. Kimi müşterisi bu yönde zorladığı için, kimi maliyetlerini düşürmek ve kapasitesini arttırmak için, kimi ise "diğer herkes yapıyor" diye istiyor olabilir. Ama yalın için gerçek itici güç, işletmenin stratejik hedeflerini ulaşmaya çalışmak olmalıdır. Yani sizi daha karlı yapmıyorsa, daha az hata ve hurda sağlamıyorsa, market payınız artmıyorsa ya da birim maliyetlerinizi iyileşmiyorsa, çalışanlar daha kolay işlerini yürütmüyorsa yalın dönüşüm çabası hiçbir işe yaramıyor demektir. Ben 8 yıllık meslek hayatımda yalın dönüşüm yapmaya kalkan çok firma tanıdım, gördüm. Ama yukarıda belirttiğim kriterlerle gerçekten ne işe yaradığını adam gibi ölçenini hiç görmedim.

Söz konusu 25 aracın hiçbiri için gereksiz, anlamsız ya da kötü demiyorum. Direk olarak almayalım, öncesini sonrasını inceleyelim, onlar hangi ihtiyaçla uygulamış, bizim yapımıza uyuyor mu, o kültür bizde var mı bakalım diyorum. Kendi sıkıntılarımıza göre kendi çözümlerimizi yaratmaya çalışalım. Başkasının hazır çözümlerine konma rahatlığı yaşamaya çalışmayalım diyorum. Bu ikisi arasındaki fark birşeyi kitaptan okuyarak anlamakla, yaparak hissederek öğrenmek arasındaki fark kadar. Biri şeklen yapılıyor, içselleşmiyor ve kısa sürede ekseninden kaçıyor, diğeri ise bizim bir parçamız oluyor. Tüm bunların üzerine Amerikayı baştan mı keşfedelim? Tekerleği yeniden mi icad edelim? diyorsanız ona da "evet!" diyorum.

Tekerleğin yeniden keşfi ile ilgili bu yazıyı da tavsiye ediyorum...



1 yorum:

Ekonomiden çıkış

2


Ekonomik dengeler ve önemli etkenlerin birbirleri ile nasıl etkileştikleri konusunda yazmaya devam ediyorum.

Önce ilk 3 yazıda yazdıklarımızı genel hatlarıyla toplayıp özetleyelim, arkasından konuya son ilavelerimi yapıp kapatacağım:

  • Bir ekonomide 4 temel piyasa var; işgücü piyasası, para piyasası, mal piyasası ve bono piyasası
  • Her ekonomi bu piyasaların dengede olduğu noktalarda bulunuyor ve bir etki ile denge bozulduğunda bu bir dizi zincirleme reaksiyon ile faizlerin, enflasyonun, çıktı düzeyinin değişimine yol açıyor.
  • Denge bozukluğunun yarattığı etki kısa vadede ve orta vadede aynı değil
  • Bir ülke ekonomisinin sağlıklı olması için; makul bir enflasyon düzeyine (%3-4 gibi), nüfus artışını kaldıracak ve işsizlik seviyelerini dengeleyecek bir büyüme oranına (Türkiye için %5), eğer Türkiye gibi dışa bağımlı (enerji, ithalat, yatırımlar için) bir ülke ise sıcak para girişime, ödemeler dengesine ve makul bir cari açık miktarına ihtiyaç var. Tüm ülkeler bunlara ulaşmak için çeşitli politikalarla önlemler almaya çalışıyor.
  • IS eğrisi mal piyasalarının denge noktalarını temsil ediyor ve kamu harcamaları ve vergi politikaları ile doğrudan etkileniyor, para piyasalarını gösteren LM ise M/P reel para arzındaki değişikliklerden etkileniyor.
  •  AS eğrisi toplam arz eğrisidir ve Pe  ile tanımladığımız fiyat artış beklentisinden etkilenir, AS eğrisinin maaş ve fiyat belirleme formüllerinden türetildiğini ve çıktı mikratının (Y), fiyatlara etkisini yansıttığını unutmayın. AD ise toplam talep eğrisidir ve M/P, G, T (reel para, kamu harcamaları, vergiler) iletkilenir. AD eğrisinin IS - LM eğrilerinin denge noktalarından oluştuğunu ve her ikisini etkileyen faktörlerden de etkileneceğini hatırlayın.
  • İster genişleme ister daraltma politikası olsun, istenen etkinin alınıp alınamayacağı iki etkene bağlıdır; tüketicinin ve yatırımcının beklentileri ve politika uygulayan birimlere güven.
Özetten sonra AS ile ilgili iki önemli kanuna değinelim:
As eğrisinin çıktı düzeyi ile fiyatların ilişkisini gösterdiğini söylemiştik. İlk kanun şunu söyler: Çıktıdaki bir artış sonunda fiyatları yukarı çekecektir.


İkinci kanun ise: Eğer fiyatların yükseleceği (enflasyon) ile ilgili bir beklenti varsa bu sonuçta fiyatları beklenti kadar arttırır der.



AD eğirisi ise fiyatlar ile çıktının nasıl etkilendiğini verir. Fiyatlar artınca çıktının azalacağını gösterir.



 Dikkat edereniz biri çıktı artınca fiyatların artacağını diğeri ise fiyatlar artınca çıktının azalacağını gösteriyor. O nedenle fiyat çıktı grafiğinde ters yönlüler ve çakışma noktaları piyasalardaki dengeyi veriyor.

Fiyat seviyesi (P) ve fiyat beklentisi Pe dışındaki tüm değişkenlerin değişimi (IS ve LM'i etkileyen her politika) öncelikle AD eğrisinde değişime yol açar. Bu değişim fiyatları etkiledikten sonra AS eğrisinde tepki hareketi olacaktır.

Bir örnekle dengenin nasıl sağlandığına tekrar değinelim:

Varsayalım ki hükümet genişletici para politikası uyguluyor olsun.

Biliyoruz ki bu LM eğrisini ve AD eğrisini atkileyecektir. Paranın çoğalması M/P den reel paranın artması ve faizlerin düşmesi anlamına gelir, bu da kısa vadede çıktıyı arttırır.


İlk etki LM nin sağa kayması faizleri düşürmesi ve çıktıyı arttırmasıdır, bu AD eğrisini de sağa kaydırır ve A' noktasında geçici denge oluşturur.























 
İkinci etki, zamanla çıktı artışının fiyatları yükseltmesi, bunun M/P reel parayı azaltması ve bu nedenle LM eğrisinin yukarı doğru hareketidir. LM doğal çıktı seviyesine kadar geri gider.

 

Son olarak yükselen fiyatlar aynı zamanda maaş beklentilerini de arttıracak ve bu da AS eğrisini doğal çıktı seviyesi Yn e kadar yukarı yönlü hareket ettirecektir.
 
Bu mantıkla artık istediğimiz politikanın etkilerini grafiklere koyabiliriz. Bilmemiz gereken herhangi bir sebeple ekonomi doğal çıktı seviyesinin altında veya üstünde çıktı üretiyorsa uzun vadede mutlaka bu seviyeye geri dönecek şekilde dengelerin değişeceğidir. Tabi buna petrol gibi ana malzemelerin fiyatındaki anormal değişiklikler istisna oluşturur.
 
 

 
Son olarak Phillips, Okun ve Fisher yasalarından bahsedip ekonomi ile ilgili bu kadar teknik yazılara bir son verelim.
 
Phillips yasası enflasyon ile işsizlik arasında ters orantı olduğunu söyler. Yani işsizlik azaldıkça enflasyon artmaktadır. Bu yasa 1960'lara kadar düzgün işlemiş ancak 1970 petrol krizi sonrası başka bir şekil almıştır. Günümüzde bu ilişki enflasyonla değil, bir önceki yıla göre enflasyonun değişim oranı ile orantılıdır.
 

Burada pi sayısı enflasyonu, u sayısı işsizliği veriyor. Kısaca enflasyon oranı enflasyon beklentisine, daha önce "mark-up" olarak açıkladığımız marjinal ürün fiyatına bağlıdır ve işsizlik oranı artarsa enflasyon azalır. Bu yasaya ilaveten sonradan bir de doğal işsizlik oranı tanımlanmış ve tıpkı çıktı düzeyinde olduğu gibi, ekonominin doğal işsizlik düzeyine geri geleceği söylenmiştir.

Okun yasası ise, çıktılardaki büyüme ile işsizlik arasındaki ilişkiyi anlatır. Aslında anlatmasına gerek yok, üretim arttıkça işsizliğin azalacağı zaten malum. Ancak Okun bu ikisi arasında "Amerika için" 0,4 katsayısı ve %3 büyüme oranı hesaplamış. Bu şu demek, Amerika %3 büyürse işsizlik değişmez, %3'ün üzerindeki her bir puan büyüme için işsizlik oranı %0,4 azalır. Amerika %13 büyürse işsizliğin %4 azalacağını söyleyebiliriz.

Geçen yıl Türkiye %2,2 büyüdü ve bu kesin olarak işsizlikte artış demek. İşsizliğin azalması ya da makul seviyelerde kalması için Türkiye'nin %5'lik sürdürülebilir büyümeyi yakalaması gereklidir.

Tabi Okun yasasına birkaç itiraz da var. Üretim azalınca işsizlik artar ama, firmalar işçilerini hemen atmazlar, ya da üretim artışında hemen işçi alımı olmaz. Ayrıca tüm pozisyonlarda dolmaz. İşe alma oranındaki %0,6 lık artış işsizlik oranını %0,4 düşürür.

Fisher etkisi ise aslında buraya kadar anlamaya çalıştığımız ekonomik değişkenlerin birbirine olan etkilerinden bir tanesini anlatıyor aslında. Biz örneğin, genişletici bir para politikası uygulandığında LM eğrisinin sağa gideceğini, faizleri düşürüp çıktıyı kısa vadede arttıracağını zaten biliyoruz. Bunun orta vadede P, fiyatların artması ile sonuçlanacağının da üzerinden geçmiştik. İşte Fisher bu noktada şunu söylüyor: "Orta vadede nominal faizlerdeki artış miktarı birebir enflasyondaki artış kadar olur." Yani genişletici politika gereği piyasadaki nominal paranın %10u kadar para piyasaya girerse, bu orta vadede %10 enflasyon artışı getirir.


Makro ekonomik değişkenleri analiz ettiğim yazı dizisine burada son veriyorum. Umarım okuyanlar için faydalı olmuştur.

Yazıların tamamının benim yorumlarım ve anladıklarım olduğunu tekrar hatırlatayım. Ayrıca grafiklerde ve tablolarda Prof. Dr. Necip Çakır hocamın ders notlarından yararlandığımı da belirtmek istiyorum. Kendisine teşekkür ederim.

Ekonomi yazılarının tam listesi aşağıdadır:

Para politikaları
Makro Ekonomi
Ekonomiye giriş
Ekonomiye devam
Ekonomiden çıkış

2 yorum:

Ekonomiye Devam

0
 
 
Artık 2 piyasayı izleyerek oluşturduğumuz ve aslında ekonominin talep kısmını ifade eden IS-LM modelimiz biraz geliştirmenin zamanı geldi. Ekonominin arz kısmına da bakmak gerekiyor ve bunu yapabilmek için işgücü piyasasını da işin içine sokacağız. Çünkü arzın miktarını onlar belirliyor.
 
İşgücünün önemli bir özelliği var. Onlar hem ürettikleri için arz fonksiyonunun içindeler hem de aynı zamanda tüketici olduklarından talep fonksiyonun da içindeler.
Bu özellik nedeni ile iş piyasasını formüle ederken 2 temel eşitliğe bakacağız. Maaşlar nasıl belirleniyor, ürün fiyatları nasıl belirleniyor. Vakit ve yer darlığı nedeni ile nasıl türetildiklerini es geçerek direk formülleri yazıp biraz açıklayalım. Ama her zaman olduğu gibi formülü ezberlemek değil içindeki mantığı anlamak önemli:
 
W = Pe.F( u-, z+) formülü bize maaşların belirlenmesinin nasıl yapıldığını özetlemek üzerine kurulmuş. Formülere göre maaş seviyeleri Pe ile ifade edilen maaş beklentisi ile u: işsizlik oranı ve z: diğer sosyal hakların bir fonksiyonu. + ve - işaretleri ise bize ilişkiyi anlatıyor. Maaş seviyesindeki beklenti ki bu da önceki yılın enflasyonu ile tetikleniyor, direk etkili, işsizlik azalırsa maaş seviyeleri artıyor (ters ilişki var), sosyal haklar artarsa maaşlarda haliyle artmış oluyor (pozitif ilişki var).
P = (1+µ) W formülü ise ürün fiyatlarının nasıl belirlendiğini anlatıyor. Gördüğünüz gibi maaş seviyeleri direk etken. O nedenle az sonra uzun vadeli ekonomiyi yorumlarken maaş seviyeleri artarsa ürün fiyatları da artar diyeceğiz. µ ise marka değeri ya da üretim maliyeti üzerindeki değeri ifade ediyor ve tam rekabetçi piyasalar için 0 kabul ediliyor.


Biraz sıkıcı ama formüllerin neyi anlattığını anlamak önemli; Pe fiyatlardaki beklentiyi enflasyona bağlı olarak ifade ediyor demiştik. İşçiler enflasyonun yüksek olduğunu düşünüyorsa ya da gelecek sene için beklentileri bu yöndeyse daha fazla artış isteyeceklerdir. Enflasyon etkisini düşünmezsek eğer Pe = P olur ve maaş formülü    W = P F( u-, z+) haline gelir. Buradan hareketle W/P yani fiyatlara oranla maaş (reel maaş) W/P = F( u-, z+) olur. P = (1+µ) W fiyat formülünden de P/W = (1+µ) olur.

Son hamle ile W/P = 1 / (1+µ) yazabiliriz. Bu formül şunu anlamak için önemlidir; reel maaş işsizlik oranından etkilenmez sadece "mark - up" değerinden etkilenir. Koyu yazdığımız iki eşitlik bize iki farklı hikaye anlatıyor. Biri reel maaşın işsizlik oranı ile ters orantılı olduğunu söylüyor diğeri ise reel maaşın işsizlik oranından etkilenmediğini.
F(un, z) = 1/(1 + μ) eşitliği, yukarıdaki iki çelişen ifadenin çözümü. Yani reel maaş dengede olduğunda işsizlik oranı doğal seviyesine gelir.
İşsizlik yani işgücü piyasasındaki değişim ile fiyatlar seviyesindeki değişimin denge noktaların AS ile ifade ettiğimiz Aggregate Supply (Toplam Arz) eğrisini oluşturuyor. IS nin içine iş piyasasını ve enflasyonu da ekledik diyebilirsiniz. Ayrıca formüller çıktı seviyesi ile fiyatlar arasında pozitif ilişki olduğunu da gösteriyor yani;
 
  • Eğer çıktı artarsa işsizlik düşer
  • Eğer işsizlik düşerse, işçiler daha pazarlıkçı bir konuma gelirler ve nominal ücret artışı isteyebilirler (maaşların ayarı eşitliğini hatırlayın).
  • Eğer nominal ücretler artarsa, bu firmalar için masraflarının artması ve dolayısıyla ürün fiyatlarını arttırmak zorunda olmaları demektir (fiyatların belirlenmesi eşitliğini hatırlayın)
  • Sonunda çıktı artışı fiyatların artışı ile son bulur ve bu nedenle AS eğrisi pozitif yönlüdür.
Bu kadar formülü neyin nereden geldiğini anlamak için yazdım. Bence çok önemli çünkü. Çok fazla detaya giremesek de umarım biraz açıklayıcı olmuştur. Kafa karıştırıcı olmamasına özen göstersek de konunun bir seferde hemen yutulacak bir lokma olmadığını kabul etmek gerek.
 
Gelelim AD eğrisine;
 
 

Şimdi konunun en can alıcı noktasına gelelim. Bu kadar zahmete girip formülleri anladıktan ve grafik gösterimlerini açıklamaya çalıştıktan sonra AS-AD eğrilerinin hangi koşulda nasıl etkileşime gireceğine bakalım.

Öncelikle IS - LM modeline geri dönüp çok önemli bir kuralı hatırlamamız gerekiyor. Çıktıyı, geliri, ülke üretimini temsil eden Y harfinin formülüne bir daha bakalım.

Y = c ( Yg - T) + G + I (y,i) eşitliği bize çıktıya etki eden değişkenleri veriyor. Burada C : Tüketim (Consume), Yg : Gelir, T: Vergiler, G : Hükümet harcamaları ve I yatırım değişkenleridir. Tüketimde yani insanların gelirinde ya da vergilerde veya kamu harcamalarında bir değişim olursa bu maliye politikasıdır ve direk IS eğrisini etkiler. Eğer M/P ifadesindeki reel parada M : para miktarı ya da P: Fiyatlar değişirse (faiz etkisi ile) bu para politikasıdır ve ilk olarak LM eğrisini etkiler.

Şimdi bir örnek çözelim:

Bir hükümetin genişletici maliye politikası izlediğini ve kamu harcamalarını arttırdığını düşünelim. Bu durumda kısa ve orta vadede neler olur çözmeye çalışalım:

1) İlk adım; 1. etki kamu harcamalarında olduğu için ve artış olduğu için IS'in sağa kayması ve çıktı miktarını "geçici olarak" Yn doğal çıktı seviyesinin üzerine getirmesidir. Aynı zamanda faiz oranları da denge seviyesinin üzerine çıkar.

2) AD - AS tarafında kamu harcaması toplam talep artışı demektir ve AD eğrisini etkiler, AD de sağa kayar ve henüz toplam arz aynı olduğundan bu fiyatların artması demektir. A denge noktası artık her iki grafik için de B'ye taşınmıştır.

3) "Zamanla" fiyat yükselmesi maaş eşitliğinden hatırlayacağınız üzere maaş artış beklentisinin artması yani AS eğrisinin sola kayması demektir. Kayma yeni C denge noktasına kadar devam eder. Dikkat ederseniz C denge noktası Yn doğal çıktı seviyesine geri dönüldüğü yerdir. Yani kısa vadede ne olursa olsun orta vadede çıktı seviyesi doğal oranına geri gelir. Ayrıca fiyatlar daha da artar.

4) IS - LM tablosuna dönersek fiyatların artması M/P eşitliğinden reel paranın azalması anlamına gelir. LM eğrisi de sağa hareketle C denge noktasına gelecektir.



 
Sonuçta orta vadede daha yüksek fiyatlar ve faiz oranları ile ekonomi normal çıktı düzeyine dönmüştür.  Hemen belirteyim ki bu enflasyon yaratmanın 2. yoludur. Hatırlarsanız 1. yolu para politikası ile para arzı sonucu oluyordu. Ancak bu ikinci yol aynı zamanda bütçe açığı da demek olduğundan tercih edilmez ve hükümetler öncelikli olarak parasal politika tercih eder. Ama Japonya ya da kısmen Avrupa defaten parasal genişleme politikası uygulamalarına rağmen istedikleri ekonomik canlanmaya ve enflasyona ulaşamamaktadır. Bu konuya değineceğiz.

Özetleyelim :

Genişletici bir maliye politikası ile kamu harcamaları artarsa (ve / veya vergiler düşerse);

Kısa vadede: 

Y↑, i↑, C↑,  I?,  P↑,  u↓, G↑,  

Çıktı artar, faizler artar, tüketim artar, yatırım belirsizdir, fiyatlar artar, işsizlik azalır, kamu harcamaları artar.

  • Y artar çünkü kamu harcamaları talebi ve üretim miktarlarını arttırmıştır.
  • i artar çünkü Is in sağa kayması bu etkiyi yaratır.
  • C artar çünkü gelir artmış ve harcanabilir gelir nedeni ile tüketim pozitif etkilenmiştir.
  • Yatırım belirsizdir çünkü bir yandan üretim düzeyi artmış ve bu yatırım için pozitifken diğer yandan faizler yükselmiştir. O nedenle sayısal veri olmadan tam etki bilinemez.
  • P artmıştır çünkü toplam arz sabitken toplam talebin artması B tablosundan da görülebileceği gibi fiyatları yukarı çeker.
  • u azalmıştır çünkü artan üretim azalan işsizlik demektir.
  • G, kamu harcamaları  zaten ilk etkidir ve haliyle artmıştır.

Orta vadede:

Y - , i↑, C - , I↓,  P↑, u - , G↑,

Çıktı değişmez, faizler artar, tüketim değişmez, yatırım düşer, fiyatlar artar, işsizlik değişmez, kamu harcamaları artar.

  • Y değişmez çünkü dediğimiz gibi çıktı seviyesi Yn doğal çıktı düzeyine orta vadede geri döner.
  • i yükselmiştir çünkü 4. adımda tanımladığımız üzere para arzı olmadığı sürece fiyat artışı M/P reel parayı azaltır ve bu da faizleri arttırır.
  • C  Y değişmediğinden orta vadede eski haline döner. C = c(Y-T) yi hatırlayalım.
  • I yatırım düşer çünkü 4. adımdaki LM kayması faizleri daha da yukarı çekmiştir. Çıktı sabitken faizlerin çıkması yatırımı düşürecektir.
  • P, fiyatlar artar. İlk etkide AD'nin kayması yani arz sabitken talebin artması fiyat dengesini bozmuştu. Bu maaş beklentilerini etkileyip AS eğrisini sola kaydırınca (2. adım) fiyatlar daha da artar.
  • u, işsizlik oranı da orta vadede Un doğal düzeyine geri gelir.
  • G, hükümet harcamaları ile ilgili bir notu da burada belirtelim. Dikkat edersenz hükümet harcamalarının artması aynı zamanda yatırımların düşmesine neden oluyor. Bu piyasadaki para arzını hükümetin toplaması, özel sektöre kullanılacak uygun faizli kredi kalmaması ve faizlerin artması etkisinin de sonucudur. Buna "dışlama" etkisi de denir. Bu durumda yatırımlar çıktı düzeyi doğal seviyesine geri gelene dek azalacaktır. 

0 yorum:

Ekonomiye giriş

0


Bir önceki yazıda ülkeyi bir şirkete benzetmiş ve ekonomi konuşurken neden cari açıktan, ödemeler dengesinden, enflasyondan, faiz oranlarından filan bahsettiğimizi anlamaya çalışmıştık.

Bu ekonomi oyunu binlerce değişkenin öngörülemez şekilde birbirini etkilediği bir tiyatro gibidir ve kimse tam olarak neler olacağını göremez. Ancak temel değişkenler ve bağlantılar tanımlayabilir ve bu şekilde daha kolay yorumlayabiliriz.

Önce temel parametrelerden başlayalım. Herhangi bir ülkede ekonomi diye birşeyden bahsedilebilmesi için 4 şeyin mutlaka olması gerekir:
  1. Üretilen ve satılan mallar, bir ticaret olmalıdır (mal piyasaları - IS eğrisi)
  2. Ticarette kullanılan paranın tanımlandığı, el değiştirdiği bir piyasa olmalıdır ( para piyasası - LM eğrisi)
  3. Para yerine kullanılan varlık ürünlerinin piyasası olmalıdır (Bono piyasaları)
  4. Söz konusu üretme eylemini gerçekleştirecek iş gücü olmalıdır ( iş gücü piyasası)
Bu dört piyasa da birbirini etkiler ve bu dört piyasa da dış değişkenlerden (enflasyon, faizler, beklentiler vs..) etkilenir. İlk varsayımımız şudur: Herhangi bir ekonomide mutlaka zamanla bu 4 piyasa da dengeye gelir. Bu dördünün denge noktaları ve birbirlerini nasıl etkiledikleri önemlidir. Bunu basitleştirmek için ekonomi teorisyeni Keynes, emek piyasasını (yaşadığı dönemdeki şartlar nedeni ile) göz ardı ederek 3 piyasayı dikkate almış ve bu 3 piyasadan ikisinin dengede olduğu yerde 3. de dengededir demiştir. Gördüğünüz gibi bu ifade sonsuz değişkenli karmaşık yapıdan sıyrılmak ve basit modellerle ilişkileri anlamak üzerine bir teoriyi ifade ediyor.

Basitçe inceleyelim:

I : Investment (Yatırım)  S: Saving (Tasarruf) demektir. Herhangi bir "i" faizi için herkes elindeki paranın bir kısmını yatırıma bir kısmını da tasarrufa ayırır. Faiz artarsa tasarruf etmek daha mantıklı olacağından yatırım azalır ve tam tersi...

Bu durumda IS eğrisi mal piyasalarında "i" faizi için yatırım - tasarruf denge noktasını gösterir.
















İlk anlamamız gereken faizler düşünce insanların tüketimi yani talebi arttıracağıdır. Bu durumda üretim yapanlar da doğal olarak yatırıma ve üretimi arttırmaya yönlenirler. Kısaca faiz ile çıktı arasındaki ilişkiyi verecek olan IS eğrisi aşağıdaki gibi elde edilir. Üst grafikte faiz, talebi arttırmış (AD : Toplam Talep) ve bu alt grafiğe faiz düşüşü ve üretim artışı olarak yansımıştır. Grafiklerin, değişkenlerin birbiri ile ilişkilerini anlatmanın en mükemmel yolu olduğunu ve korkutucu değil yardımcı gösterimler olduğunu hatırlatırım.






















Şimdi gelelim LM eğrisine.  L : Liquid Preference (Nakit para tercihi), M : Money Supply (Para stoğu) kelimelerinin baş harfleridir ve bizim için faizlere göre para piyasalarının nasıl hareket edeceğini göstermeye yarar. Temel mantık şudur: faizler düşükse gider bankadan kredi isterim, yani bir para talebi oluştururum. Faizlerin düşmesi Md ile ifade edilen para talebinin artması demektir. Piyasada olan para mikratı sabitken eğer para talebi bir sebeple artarsa bu kez de faizler artacaktır. Aradaki ilişki bu kadar basittir.

 
 
 
Evet artık hem mal piyasasını hem de para piyasasını "i" ve "Y" ye bağlı olarak görebiliyoruz. Şimdi bunu ne için kullanacağız ona bakalım:

Amacımız biliyorsunuz ki ekonomik etkileşimleri anlayabilmek. Ne neye etkiyor çözüp ekonomi üzerinde yorum yapabilmek. O yüzden şu olursa IS sağa kayar, yok efendim sola kayar diye ezberlemektense mantığını anlamaya çalışmayı öneriyorum.

IS arz - talep dengesinden hareketle bulunmuştu ve bize mal piyasalarının talebin artması halinde ne yapacağını gösteriyordu. Talep ise faizlere bağlı olduğundan IS için faizler talebi etkiler, talep üretim miktarını etkiler, üretim miktarı da çıktıyı (Y) etkiler diyebiliriz. Ancak talebi faiz direk olarak etkilemez, aslında benim ne kadar talep yapacağım ay sonu cebimde kalan parayla ilgilidir. Yani sevgili hükümet bi kıyak yapıp vergileri azaltırsa benim talebim artacaktır. Aynı hükümet kamuya daha fazla harcama yapmaya karar verirse yine ülke içinde ürün ve hizmetlere talep artacaktır.

O halde belirli bir faiz oranı için;

Vergiler azalır ve kamu harcamaları artarsa (genişletici maliye politikası), IS sağa gider, üretim artar, talep artar diyebiliriz.



LM eğrisi ise doğrudan nominal faizlerden etkilenir. Daha doğru bir ifade ile bu eğri nominal faizlerin para piyasasına etkilerini gösterir. Aynı mallar gibi para da arz ve talep dengesi içindedir. Ancak çok önemli bir nokta olarak ekonomiyi asıl ilgilendirenin reel para arzı olduğunu belirtmemiz lazım. Fiyatı 10 lira olan üründen 10 adet almak istiyorsam 100 TL lik paraya ihtiyacım olur. Eğer piyasada da 100 TL nakit varsa arz ve talep dengede demektir. Bu dengeyi iki şey bozar; piyasada artık 100 TL olmaz, daha azı ya da fazlası olur veya ürün artık 10 TL değildir. Kısacası (M/P) ile ifade edilen "reel para" miktar olarak para ile (M), fiyatların (P) oranıdır.  İşte bu nokta fiyatlar ile yani enflasyon ile modelimizin bağlantı kurduğu noktadır. Demek ki; LM eğrisi nominal para değişirse (M) ya da fiyatlar genel seviyesi değişirse (P) değişir.

O halde belirli bir faiz için;

  • Nominal para arzındaki artışlar ve fiyatlar genel seviyesindeki düşüşler LM’yi sağa kaydırır,
  • Nominal para arzındaki azalışlar ve fiyatlar genel seviyesindeki yükselişler LM’yi sola kaydırır


Bu bilgilere bir de eğrilerin eğimleri bilgisini ekleyelim.  IS eğrisinin eğimi negatif işaretlidir. Çünkü; faiz oranı ile yatırımlar ve dolayısıyla hasıla düzeyi arasında ters yönlü bir ilişki söz konusudur. İki değişken IS eğrisinin eğimini etkiler;

1. Yatırımların faize duyarlılığı katsayısı
2. Harcama çarpanı katsayısı


LM eğrisi için ise durum şöyledir;



L0= gelir ve faiz oranı dışındaki faktörler tarafından belirlenen otonom para talebi, örn.; kredi kartı kullanımı yada para ikamesi gibi unsurların belirlediği para talebi. (Ancak L0, denklemde ifade edilmekle birlikte uygulamada pek dikkate alınmaz)

k= para talebinin gelir esnekliği

h= para talebinin faiz esnekliği olmak üzere reel para talebi şu şekilde ifade edilir;

Md=L0 + kY-hi                                                             

Para talebinin gelir esnekliği (k);
Para talebinin gelire duyarlılığı olarak ta adlandırılır. Gelirdeki değişme karşısında para talebinde meydana gelen değişmeyi ifade eder. Örn; k=0,3 ise gelir 100 TL artış olduğunda para talebinin de 30 TL artacağını ifade eder.

Para talebinin faiz esnekliği (h);
Para talebinin faize duyarlılığı olarak ta adlandırılır. Faizdeki değişme karşısında para talebinde meydana gelen değişmeyi ifade eder. Örn; h=500 ise faiz oranı %1 arttığında para talebinde 500 TL azalma olacağını ifade eder.

Para talebi ile faiz oranı arasında ters yönlü ilişki olduğundan para talep eğrisi negatif eğimli bir eğridir. Faiz oranı aynı kalmak üzere reel para talebi arttığında eğri sağa kayar, reel para talebi azaldığında ise eğri sola kayar.



 

Bir sonraki yazıda bu temel teori üzerinde diğer ilişkilere göz atmaya çalışacağız.

Aşağıdaki karikatür ise, ingilizce bilenler için ekonomi konusunu benden çok daha iyi özetliyor:




0 yorum: