Bir şey eksik ama ne?

0
Öğrenme sürecinin birkaç aşaması var. Öncelikle neyi bilmediğinizi öğreniyorsunuz. Daha önce aklınızda olmayan yeni sorular ve boşluklar beliriyor insanın kafasında. Herhangi bir konuda daha önce duymadığınız ihtiyaç, öğrenme isteğinizi tetikliyor. İkinci adım bilmediklerinizi öğrenme kısmı, yavaş yavaş, hata yaparak işliyor bu kısım. Üçüncü aşama ise öğrenilenlerin içselleştirilmesi, özümsenmesi ve beyin tarafından otomatikleştirilmesi kısmını oluşturuyor. Son aşama ise artık öğrenilen şeyi düşünmeden tamamen otonom sinir sistemi ile yapmak ki bunun için çok fazla pratik gerekiyor.
Araştırmalar en çok hatanın 2. ve 4. kısımda oluştuğunu gösteriyor. Yani bir yeni yeni öğrenirken, bir de öğrendiğimizden kesin olarak eminken hata yapıyoruz. Hafızam beni yanıltmıyorsa bunu ilk kez NurdoğanArkış’ın bir eğitiminde dinlemiştim. Araba kullanmayı öğrenmeyi örnek vermişti.  Yeni araba kullanmayı öğrenirken hatalar yapılması, beyin her küçük hareketi tek tek düşünmek zorunda olduğundan oldukça normal görünüyor. Ancak usta sürücü olup artık aktif beyni tamemen devreden çıkaracak derecede aşırı özgüven de aynı şekilde hatalara yol açıyor.

Araba kullanmayı öğrenmek çok yüksek oranda pratik, çok az teorik bilgi gerektiriyor. O yüzden 2. aşamadan 3. aşamaya hızla geçip kısa sürede iyi araba kullanmanız mümkün.  Ancak  teorik ağırlıklı olan ve pratik şansınızın hemen hemen hiç olmadığı bir konuyu “gerçek” anlamda nasıl öğrenebilirsiniz?
Diyelim ki ben işletmeciliği öğrenmek ve iyi/başarılı bir yönetici olmak istiyorum. 1. aşamada bana ne tür bilgiler gerektiğini de iyi kötü belirledim ve bunları öğrenmek için de harekete geçtim. Aylar, yıllar boyunca birçok teorik ders aldım. Örnek vakalara baktım ve çok yüksek notlarla mezun oldum. Bu  beni iyi yönetici yapar mı?
Haftasonu Necip hocadan Türkiye ekonomisi dersi aldık mesela. Hocam bize öğretiyor; diyor ki, şu değişimler ekonomide böyle tepkilere yol açar, şu değişkenleri izleyerek ekonominin kısa ve orta vadeli gidişini görebilirsiniz. E hadi çok iyi öğrendim ve gördüm diyelim. Ben bu bilgiyi ne yapacağım?
Kendimi bir şirketin en yüksek yönticisi yerine koymaya çalışıyorum.  Diyelim ki kendim gördüm ya da çok güvenilir kaynaklardan bilgi aldım ve biliyorum ki Avrupa 2 yıl daha resesyonda olacak, ülke ekonomisi ise dalgalı seyir izleyecek.  Bu bilgiyi öngörmek işin sadece yarısı, bu bilgiyle ne yapılması gerektiği, hangi duruma göre işletme dümenini ne tarafa kırmak gerektiği ise diğer yarısı.
İşletme eğitimleri devam ettiğiniz okula ve programa göre işin ilk yarısı ile ilgili çok şey bilmenizi sağlayabilir belki. Ama ikinci yarısı nasıl ve kimden öğrenilir hiç bilmiyorum. İşin o kısmı eksik işte benim için. Bu şekilde düşününde sınıf ortamında/tahtada nasıl yüzülmesi gerektiğini aylarca öğrenmiş ve sonra direk denize atılıp hadi yüz bakalım denmiş biri gibi hissediyorum kendimi.  "Ne" yapılması gerektiğini anlatan bulmak mümkün ama "Nasıl" sorusunu cevaplamak zor. Yazının başlığı o yüzden, öğreniyoruz, anlamaya çalışıyoruz ama birşey eksik hep. 
Ama çok şükür herşeyden pozitif bir taraf çıkarmak üzere eğitmeye çalışıyorum kendimi. Diyorum ki kendime, bu eksikliği hissetmek, bu açığın farkında olmak da çok önemlidir. Ne demiş Mevlana : “Kuru toprak suyu ne kadar ararsa, suda kuru toprağa o kadar hasrettir.” Bu bilgiyi ben istiyorsam eğer, belki bir yerlerde o bilgi de beni arıyordur.
 

0 yorum:

Stratejik Düşün-me

0

Stratejik yönetimle ilgili daha çok şey yazacağım. Her nedense bu aralar bu konuya takmış durumdayım. İçgüdüsel olarak bu konu ve bunu çevreleyen yazılar, yayınlar, fikirler beni kendine çekiyor.

Almakta olduğum yüksek lisans eğitiminin de temel taşlarından birisi stratejik yönetim. Hatta işletmecilik yapacaksanız, bir kuruma katkı vermeye ya da o kurumu yönetmeye niyetleniyorsanız yaptığınız her işin, attığınız her adımın, söylediğiniz her sözün bu amaca hizmet etmesi gerekiyor.

Ama öncelikle bu stratejik yönetimin ne olduğunu nasıl anladığıma bakalım. Konuyla ilgili hatırı sayılır bilgiyi en azından okumuş biri olarak çıkardığım sonuç şudur:

-        -  Stratejik yönetimin ilk ve en önemli gerekliliği stratejik düşünmedir

Bu olağanüstü açıklayıcı bilgiyi verdikten sonra konuyu kapatsam danışman olarak iyi para kazanırım. Çünkü bu ve buna benzer tam olarak ne demek istediği meçhul, nasıl olacağı ise hayatın anlamı gibi tam bir sır olan birkaç beylik lafı biriktiren bu konularda ahkam kesiyor.


Şimdi stratejik düşünme diye bişey olması için, stratejik olmayan düşünme diye bişey olması lazım. Malum her şey zıddıyla mümkündür. Yani işletme özelinde, bir yönetici düşünecek, kafa yoracak ve bunu stratejik yapmayacak. E ne düşünecek bu adam o zaman? Mesela bir şirket müdürü, akşam karısıyla yaptığı kavgayı düşünüyorsa, Fener mi cimbom mu şampiyon olur üzerine derin tartışmalar yapıyorsa ya da ne yaparım da üretim ve pazarlama dışında “rant” gelir elde ederim hesabındaysa stratejik düşünmüyor demektir. Demek ki, iyi yöneticinin düşünebiliyor olması yetmez, stratejik düşünebiliyor olması gerekir. Gerçi bir çok işletme ilkine de hasrettir ama biz idealimizdeki işletmeyi yazıyoruz.

Eskiden de şirket yöneticileri acaba nasıl daha karlı duruma geçeriz, nasıl üretimi daha verimli yaparız ya da nasıl insanlara hem az para verip hem de mutlu ve motive olmalarını sağlarız konularında düşünüyorlardı. Ancak o zamanlar stratejik düşünme henüz icat edilmediğinden bunu neden ve nasıl yaptıklarının farkında değillerdi. Çok şükür ki biri stratejik düşünmeyi bulmuş da artık yapılması gereken düşünme eyleminin hem içeriği hem de yöntemi belirgin hale gelmiş.

İnsanlar kavramlara kendileri anlam yükler ve sonra kendileri inanırlar. M,A,S ve A harflerinin bu sırayla yan yana dizilmesine üstünde yazı yazılan, yemek yenen eşya anlamını yükleyen insandır, dildir. Yoksa M,S ve A harflerinin konuyla ilgili hiçbir malumatları yoktur.  Düşünmenin önüne “stratejik” sıfatı getirip sonra anlamıyla ilgili 20 eşek yükü kitap yazan da insandır ve anlayabileceğiniz gibi, bana göre, stratejik düşünmede zaten herhangi bir şeyi yönetmek için binlerce yıldır yapılması gerekenden daha farklı bir şey yoktur. 

Bundan 5000 yıl önce, savaşacağı alanı analiz etmeyen (Pazar analizi), düşmanı gözlemeyen (rakip analizi), hava ve iklim şartlarına bakmayan (dış çevre analizi), bilindik taktiklerin dışına çıkıp düşmanı şaşırtmak istemeyen (farklılaşma) komutanlar da vardı herhalde. Ancak bunları yapmayan komutanlar pek sağ kalamadıkları için, haklarında bize ulaşan bir bilgi olmuyor haliyle.

Bir işletmede yöneticilik yapıp, bir adım ilerisini göremiyorsan, seni neyin karlı yaptığının ya da neden tercih edildiğinin farkında değilsen, rakiplerin neler yapıyor, makro ekonomi nasıl gidiyor bilmiyorsan bi zahmet yöneticilik yapma demek gerek.  Ha eğer yukarıdakileri yapabiliyorsan yaptığının ismine ister stratejik düşünme de istersen ıspanaklı börek de fark etmez. Doğru düşünme tarzını biliyorsun demektir.

Eh, şimdi Allah’ın bir akıllısı sen misin? Madem öyle, bu kadar bariz ve bilindik kavramları yeniden düzenleyip, içine çağa uygun yeni kavramlar ekleyip tekrar geri nasıl satabiliyorlar diyebilirsiniz.

Ciddi ciddi dediyseniz, cevapları dinlemeyi de istersiniz sanırım:

  • Bu arzı yaratan doğal olarak bu konudaki inanılmaz açlık ve talep. Dünyadaki tüm işletmeler bunaltıcı rekabet yüzünden kısa yoldan mucize formül bulma ya da bu işi becerenlerin nasıl yaptığını anlama peşinde
  • Eskiden ne üretirsen üret ve nasıl üretirsen üret satılır devri vardı. Ekonomiler kapalıydı, bilgi çok muhafazakardı. Şimdi ise tüm dünya rakibiniz ve tüketicinin gözü de fena açılmış durumda. Yani eskiden savaş yoktu(firma rekabeti açısından) işler kolaydı, şimdi er meydanında iyi komutan aranıyor.
  • Yöneticiler başkalarının yazdığı talimat ve prosedürlere uyulmasını sağlasalar yeterliydi. Şimdi ise yenilikçi ve algısı yüksek adamlara ihtiyaç var. Neyin değer yarattığını, neyin tercih edildiğini bilen hatta bu konudaki gelecek eğilimini de sezebilen adamlara.
Kısacası “stratejik yönetim” hep vardı. Satranç M.Ö 6. Yüzyılda ortaya çıktığına göre, en azından 2613 yıldır var. Hatta bana göre stratejik olmayan bir yönetimin olması son derece aptalca. Ancak 21. Yüzyıl ve bilgi çağı artık işletmeler açısından strateji kavramının altını bir anda kalın kalemle çiziverdi. 

Bu konudaki literatür biraz yemek tarifi gibi. Şu kadar domates, şu kadar tuz, şu kadar et  lazım hepsini söylüyor. Pişirme önerilerinde de bulunuyor. Ancak işletmeler konuyu tam anlamadı. Bakıyorsunuz domates uzmanı var, tuz miktarı analisti, patates kalitesi sorumlusu var. Ancak bu tarifin ana maddelerini doğru şekilde ve sırada kullanacak ve içine de kimsede olmayan bir sır ekleyecek usta bir aşcı yok.  Ha bir de verilen yemek tarifi verenin ağız tadına göre. Her ülkenin yemek zevki farklı olduğundan yemeği iyi de yapsanız beğenilmiyor, bunu da unutmamak lazım…

0 yorum:

Eğitim olanakları

0

İnternet hayatımıza çok şey kattı, çok şey de aldı. Ama tartışılmaz bir gerçek olarak birçok konuda hayatın akışını geri dönülemez biçimde değiştirdi. Artık bilgiye ulaşamamak gibi mazeretimiz yok. Bilgi sahibi olmakla da çok övünülecek taraf kalmadı çünkü isteyen herkes hemen hemen her bilgiye erişebiliyor artık.

Bir önceki yazıda eğitimin içeriğinden ve kullanım şeklinden bahsedip sonra bu konudaki fırsatları belirteceğimi yazmıştım. Ara ara bu başlığa dönüp eklemeler yapmayı da düşünüyorum. Ancak maalesef imkanların hemen tamamı İngilizce bilmeyi hem de iyi derecede bilmeyi zorunlu kılıyor. İnternette en geniş bilgi/kaynak her zaman İngilizce dilinde maalesef ve Türkçe eşleniklerini bulmak pek kolay değil. Umarım birilerine faydası olur:


1. ULAKBİM (Ulusal Veri tabanı) http://uvt.ulakbim.gov.tr/  http://uvt.ulakbim.gov.tr/uvt/

İlk tanıtacağım kaynak önemli bir eksiği kapatan ULAKBİM sitesi. Türkiye'de yayınlanan makale, tez, doktora projesi gibi kaynakların derlendiği, konularına göre ayrıldığı ve ulusal erişime sunulduğu bu site araştırma yapmak, ödev hazırlamak ya da bir konuda daha önce yapılmış çalışmalara göz atmak için harika bir kaynak oluşturuyor. Dökümanların bir kısmı .pdf olarak direk indirilebiliyor, bir kısmına ise talep edip 5TL lik gönderi ücretini ödeyerek basılı halde sahip olabiliyorsunuz.

2. COURSERA   https://www.coursera.org

İkinci kaynağım, Dünya için harika bir işe imza atmış çok değerli bir site. Ana fikir dünyadaki herkesin en seçkin eğitimlere ücretsiz olarak ulaşabilmesi. Gerçekten Harvard, Standford vb. gibi çok seçkin üniversitelerin hazırladığı çok kaliteli dökümante edilmiş eğitimlere tamamen ücretsiz olarak katılabiliyorsunuz.  4- 12 hafta süren, ciddi ciddi çalışmanızı ve bazılarında ödev teslim etmenizi gerektiren bu kurslar İngilizce bilenler için çok değerli bir kaynak oluşturuyor.

3. OPEN COURSEWARE http://www.ocwconsortium.org/

Coursera ile aynı ülküyü edinmiş ve sanırım daha öncesinde kurulmuş bir site. Massachussets Institute of Technology, lisans ve yüksek lisans programlarını tüm dünyaya açtı. Günümüzde 200’ü aşkın üniversite bu program dahilinde derslerini -online olarak- öğrenmeye gönüllü olanlara açıyor. Bu site maalesef Türkçe dilini içermiyor ama 15 farklı dilde bedava eğitim olanakları sunuyor.

4. Open Education Database  http://oedb.org/library/features/236-open-courseware-collections

En iyisini en sona sakladım. Yukarıdaki link tam 236 ücretsiz eğitim kursuna erişiminiz sağlayacak. Burada listelememizin çok zor olacağı uzuuun bir listeye sahipler. Eğer merakınız varsa mutlaka ilgi duyacağınız bişeyler vardır.

Bu kaynakların çoğu dediğim gibi İngilizce ama eğer yabancı dil probleminiz yoksa çok faydalanabileceğinizi ümit ediyorum.



0 yorum:

Eğitim! Ama nasıl ve nerede?

0
Eğitim artık önemli konular arasından çıktı, olmazsa olmaz konular arasına girdi. Rekabetin can yaktığı iş dünyasında lise mezunları çoktan tarih olurken yerini mutlaka üniversite mezunu olma gerekliliği almıştı. Sonra buna yabancı dil zorunluğu eklendi. Ardından yükseklisanslı olanlar öne çıkmaya başladı ve MBA kültürü de virüs gibi yayılınca artık yükseklisans yapmamış insan sayısı da hızla azalıyor. Ya da yapanların sayısı büyük bir hızla artıyor demek daha doğru olur. Yakın gelecekte doktorası olmayanların işe alınmadığını görürsem şaşırmam sanırım.


Eğitim elbette çok önemli ve çok faydalı. Ama çağımız hepimizi sonuç odaklı insanlar olarak yaşamaya zorluyor. Eğitimden geçerken biriktirdikleriniz, öğrendikleriniz değil, bir şekilde sonuç kağıdını elinize almak önemli olan. Adına eğitim desek de asıl süreç bir yolla ezberleyip gerekli sınavları vermek ve diplomayı ele almak artık. Sonuç maalesef kağıt üzerinde eğitimli ve donanımlı olan ama iş yaşamında sahadaki adamın tabiriyle "cacık olmayacak" bir sürü mühendis ve yönetici.

Çeşitlilik de yok eğitimde. Sanki Türkiye'ye binlerce BİS (CEO) lazımmış gibi tüm çocukları aynı formasyondan geçiriyoruz. Hep aynı yetenekleri ya da özellikleri geliştirmeye çalışıyoruz. Bunların gerçekte ne işimize yarayacağını bilmesek de. Trend neyse onun eğitimine gidiyoruz. Gerek neyse onu yapıyoruz ve elimizde kağıtlar, gönlümüzde bir an önce "müdür" olma isteği dolanıyoruz ortalarda.

Halbuki eski zamanlarda bir şeyin yöneticisi olmak kişinin aklına mevkiinin imkan ve rahatlığını değil, sorumluluğun büyüklüğünü getirirdi. Heyecanla peşinden koşulan değil, korkuyla ve duayla kabul edilen yerlerdi önemli mevkiiler. Çünkü kişi kaç insana yöneticilik yapıyorsa o kadar insanın kaderi ona bağlı demektir. Ne kadar insanın başında ise o kadar vebal vardır üzerinde ve asli işi mevkii kaymağını yemek değil, başına yönetici getirildiği insanların, kurumların, ülkelerin hizmetinde olmak ve elinden gelen en yüksek faydayı sağlamaktır.

Birisi yönetime bu içgörü ile talipse eğitimini ona göre alır, ona göre kendini geliştirmeye çalışır. Ve hep bir tedirginlik hissi ile daha iyisini yapmaya uğraşır.

Ben canı gönülden bu dünyada edinilen her mevkiinin, her imkanın hesabının sorulacağına inanıyorum. O pozisyonun hakkını verebildin mi, elinden geleni yaptın mı deneceğine de inanıyorum.  Hakkını veremediği ve bununla ilgili bir kaygıda duymadığı halde mevkii sahibi olanlara ise kendimce kızıyorum. Özellikle de kamu sektöründekilere, hükümettekilere... O yüzden populist eğitim eğilimlerinin hepsine karşıyım. Gerçekten anlamlı olmayan, değer katmayan, dünyaya bakışımı değiştirmeyen hiçbir eğitimi sadece CV'de yer alsın da birileri tercih etsin diye almamaya da kararlıyım. Kendimi sadece yaptığım herneyse iyi yapmaya çalışmaya odaklamakla uğraşıyorum.

Büyük ihtimalle bu tip bir görüş pek fazla kariyer ilerlemesi sağlamaz. Yine kuvvetle muhtemeldir ki aksini yapanlar birçok açıdan daha avantajlı olur ve daha fazla "güç" sahibi olurlar. Çünkü insan her zaman şekle manadan daha fazla değer vermiştir. Şekil gözün önündedir, CV'nin üzerindedir; mana ise derindedir ve ehil gözler gerektirir çünkü.

Jeffrey Pfeffer'in "POWER" "GÜÇ" isimli son kitabından daha önce bahsetmiştim. Neden işletmede bazılarının güce sahip olduğunu diğerlerinin ise olamadığını tartışıyordu. Okumaya devam ediyorum ve daha ortalarına bile gelemedim ama güç için verdiği tavsiyeler arasında insanlara kompliman yapmak, iltifat etmek, dünyanın adaletli bir yer olduğu ve hakedenin pozisyon aldığı algısından vazgeçmek, politik dengelere dikkat etmek filan var. Ama pozisyonun gerektirdiği donanıma sahip olun, kendinizi eğitin ve en iyisini yapmaya çalışın yok mesela. Aksine en iyisini yapsa da, harika performans gösterip önemli başarılar göstersede başka önemli noktaları yönetmeyi bilmediği için kariyerinde ilerleyemeyenlerin ibret verici hikayeleri var.

Belki de haklı. Ama ben gece güzel uyumayı CEO olmaya tercih edenlerdenim. Şekil için çabalamak, kendini olmadığın gibi göstermek ve şişirilmiş egolarla insan yönetmek benim karakterime uymuyor...

Bir sonraki yazıda, kendinş geliştirmek isteyenler için internetin sunduğu nimetlerden bahsedeceğim. Doğru niyetle doğru eğitimi almanız ve talip olduğunuz yeri haketmeniz dileğiyle...

0 yorum:

İşletmenin boyutları

0
Yöneticilik ve strateji üzerine bini aşkın makalesi ve onlarca kitabı olan büyük üstat Peter Drucker'dan feyz almaya ve yazdıklarını anlamaya çalışmaya devam ediyorum.

Daha önceki yazılarda işletmecilik hakkında, liderlik hakkında, yöneticilik hakkında binlerce anlamsız ve mesnetsiz yazının olduğundan şikayet etmiştim. O zaman da yad ettiğim gibi Drucker bu tanımın dışında bırakmamız gereken gerçek beyinlerden biridir.

Gün gün Drucker kitabını okurken işletmeyi 3 ana boyutta anlattığını ve bu konudaki öngörüsünü gördüm. Paylaşmak istedim. Bakın ne diyor üstad:




"Geleceğin toplumundaki şirketlerin üst yönetimleri için önemli bir görev, şirketin bir örgüt olarak şu üç boyutunu dengelemek olacaktır: ekonomik boyut, insani boyut ve önemi gittikçe artan toplumsal boyut. Geçen yarım yüzyılda geliştirilen bu üç şirket modelinden her biri bu üç boyutun birini öne çıkardı ve diğer ikisine daha az ağırlık verdi. "Sosyal pazar ekonomisi" temeline dayanan Alman modeli toplumsal boyutu ön planda tuttu; Japon modeli insan boyutuna ağırlık verdi ve Amerikan modeli ekonomik boyutu ön plana çıkardı.

   Bu üçünden hiçbiri tek başına yeterli değildir. Alman modeli hem ekonomik başarı hem de toplumsal istikrar sağladı, ama bunun bedelini yüksek işsizlik ve tehlikeli bir işgücü pazarı katılığıyla ödedi. Japon modeli uzun yıllar çarpıcı bir başarı gösterdi, ama ciddi bir zorlukla ilk karşılaşmasında tökezledi; aslında bu, Japon ekonomisinin 90'lı yıllarda yaşadığı durgunluğu aşmasının önündeki en büyük engellerden biriydi. Hissedarlık modeli de çamura saplanmaya mahkumdur. Bu, yalnızca ekonominin iyiye gittiği dönemlerde sağlıklı işleyen, güneşli havalar için tasarlanmış bir modeldir. Kuşkusuz, bir işletme toplumsal ve insani işlevlerini, ancak faaliyet gösterdiği alanda ilerleme sağladığı takdirde yerine getirebilir. Fakat bugün bilgi işçilerinin anahtar konumundaki çalışanlar haline gelmesi nedeni ile, başarılı olabilmek için bir şirketin tercih edilen bir işveren olmaya ihtiyacı var."

Demek ki, önce ne demeye çalıştığını anlamalı, sonra bu sistemleri analiz etmeli ve üçünü de dengeleyecek bir anlayış geliştirmeye çalışmalıyız.

Bir süredir yönetim ve strateji konusunda yazmak istiyorum ama bir türlü iskeleti kafamda oturtamadım. Konu geniş, literatür derya, aklım aciz. Bu yazılar biraz ısınma niteliğinde.

* Elimdeki kitap MESS yayınlarına ait "Gün Gün Drucker" kitabı. Yazan Joseph Maciariello ve çeviren Murat Çetinbakış.

0 yorum:

Toprak, Makine, İnsan

0

Bir ara "Tüfek, Mikrop ve Çelik" isimli bir kitap okumuştum. Yanlış hatırlamıyorsam Tübitak yayınlarına ait bir kitaptı. Bir araya geldiğinde çok anlamlı olmayan bu üç kelime, onbinlerce yıllık insanlık tarihinin nasıl şekillendiğini, insanlar için önemli olanın nasıl zamanla evrim geçirdiğini, göçebelikten yerleşik düzene geçişin nasıl üretimi ve gelişimi tetiklediğini anlatıyordu.

Okudukça aslında ırkların ya da milletlerin birbirlerinden daha akıllı ya da üstün olmadığını, tarihte onları güçlü kılanın çoğunlukla bulundukları coğrafya ve sahip oldukları doğal kaynaklar olduğunu anladım. Herhangi bir icadın enlem boyunca yani benzer iklimlerde yayılma hızının boylam boyunca yayılmaya oranla 100 lerce kat hızlı olduğunu öğrendim mesela. Örneğin tüfek Çinde ve Kuzey Amerika'da aynı anda bulunsa Çinden Avrupaya 50 yılda, Kuzey Amerikadan Güney Amerikaya 500 yılda gelebiliyormuş. Nispeten küçük bir alana çok kalabalık yerleşmiş Çinlilerin ya da bir adaya sıkışmış Japonların neden yemek kültürlerini bize ters gelen şekilde geliştirdiklerini de öğrendim.

Şimdi, o kitabın bana kazandırdığı algı farkını işletme ve sanayi için kullanacağım. Çünkü bir benzerlik fark ediyorum. Sanayinin ve işletmelerin evrimi de aslında benzer şekilde gelişiyor. Eskiden topraktı çok değerli olan, toprağa sahip olan mal sahibi, toprağı işleyebilecek kol gücüne sahip olanlar ise iş gücünü oluşturuyordu. Sonra makine değerli hale geldi, makinelere sahip olanlar mal sahipleri/işverenler, o makineleri durmaksızın çalıştıranlar ise iş gücü oldu. O dönem için ürün ve kullanılan sistem birinci öncelikti çünkü onlar sizi farklı kılıyordu. Kaliteli üretebiliyorsanız ve iyi bir sistemle yüksek verim elde edebiliyorsanız öne çıkıyordunuz.

Artık devir biraz daha değişti. Artık hemen herkes benzer kalitelerde ürün üretebiliyor. Eğer en verimli ve iyi işleyen sisteme Toyota üretim sistem dersek dünyada üretim işine giripte bundan bihaber olan herhalde kalmamıştır. Dolayısıyla bugün örneğin otomobili bantlar kurarak dünyanın herhangi bir ülkesinde üretebilirsiniz. Seri üretimin ve kullanılan sistemlerin farklılığı giderek azalıyor. Şimdi "insan sermayesi" dönemi. Çünkü aynı teknolojileri, aynı üretim sistemlerini, aynı kalite standardizasyonlarını kullananları farklı kılabilecek, öne çıkarabilecek sadece "insan" faktörü kaldı.

Yenilikçilik, insan kaynakları, yetenek yönetimi gibi kavramların çok öne çıkması ve hemen her platformda konuşulması sanırım bu yüzden.

Bu noktada benim için, işletmem için ve ülkem için hem büyük bir tehdit hem de bir fırsat var. Eğer gidiş yönünü analiz edip doğru adımları atarsak; yani insana yatırım yapıp, Ar-Ge yi baş tacı edersek çevremizdeki ülkelere nazaran öne geçebiliriz belki. Kişisel olarak, artık seri üretim için düzenlemeler yapmak ve sadece prosedürleri uygulamaktan ibaret yöneticilik özelliklerinin giderek geçerliliğini yitireceğini görmek, gelecekte işletme için "değer yaratan" kişinin önemli olduğunu anlamak çok önemli.

Kol gücüne ve artık pek farklılığı kalmayan seri üretime dayalı birleştirme işçiliğine dayalı ekonomi Türkiye'yi çok uzun süre götüremez. Otomotiv sanayi Avrupa'dan buraya nasıl kaydıysa büyük bir hızla daha doğuya da kolaylıkla kayacaktır.  Değer yaratan insan olmaktan kasıt nedir, stratejik düşünüp büyük resmi görmek nasıl birşeydir onları da aklımın aldığı kadarıyla ileriki yazılarda paylaşacağım...

0 yorum:

Ne için çalışıyoruz?

1
Bu hikayeyi çok severim. Ara sıra da kendime hatırlatmaya çalışırım:

"Yaşlı bir adam emekliliğinden sonra sakin bir kasabadan ev alır ve ömrünün son demini huzur içinde orada geçirmek ister. Ancak ev aldığı mahellenin çocukları son derece haşarıdır ve hergün kapısının önündeki çöp konteynırlarına vurarak yüksek gürültü çıkarmakta ve o şekilde oynamaktadır.

Yaşlı amcamız 5-6 gün sabreder. Sabırla olmayacağını anlayınca çocuklar için harika bir çözüm bulur:

Bir gün okul çıkışı çocukların yolda önlerini keser. Onlara:

 "- Çocuklar, hepiniz çok akıllı ve güzelsiniz ve bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz.  Ben de sizin yaşınızdayken tenekelere vurmayı ve yüksek gürültü çıkarmayı çok severdim. Sizden hergün gelip bunu kapımın önünde yapmanızı rica ediyorum. Eğer her gün kapımın önünde gürültü yaparsanız herbirinize 1 TL vereceğim" der.

Bir hafta çocuklar durumdan çok memnundur. Gelip istedeklerini yapmakta ve üstüne 1TL de para almaktadırlar. 1 haftanın sonunda yaşlı adam çocukların yanına gider ve:

 " - Çocuklar maalesef artık ekonomim biraz kötüleşti, artık bu iş için size hergün 50 kuruş verebileceğim. Ama noolur gelmeyi bırakmayın" der.

Biraz bozulsalarda çocuklar kabul eder ve 1 hafta daha böyle geçer. Bir sonraki hafta yaşlı amca yine çocuklara gider ve enflasyondan geçim sıkıntısından bahsederek artık 25 kuruş verebileceğini söyler. Çocuklardan biri hemen lafa atılır:

"- Kusura bakma amca ama o paraya bu işi yapamayız." der.

Bir daha da asla yaşlı amcamızın önündeki konteynırlara vurmazlar."

Ben birkaç kitapta anlatılacak özü kısa bir sözle ya da anektodla veren yazıları çok seviyorum. Yukarıdaki üzerine uzun uzun yazabilirim ama o kadar yazıdan süzünce yukarıdaki tatlı öz çıkmayabilir.

Çalışırken mutsuzluğumuzun ana sebebi küçük hikayemizdeki gibi asıl amacı kaçırıyor olmamız sanıyorum. Ya da o asıl amacı hiç tatmamış oluşumuz. Dünyadaki en şanslı insan sevdiği işi yapan ve sevdiği eş ile yaşayanmış derler.

Özde hepimizin, hayatı anlamlı kılmak için, bir şeyler üretmek ve bir işe yaramanın tadını almak için, boş oturmak çok kötü bir kabus olduğu için çalışmamız gerekiyor. İnsan, çalışıp didinip elde ettiği şeylerden derin bir keyif alıyor ancak. Bu çalışmanın asli keyfine ek olarak ücret almamız  gerek. Yani maaş ulaşmaya çalıştığımız bir hedef değil, keyifli yolculuğun bir yan ürünü olmalı. Yukarıdaki çocuklar kısa süre içinde yaptıkları şeyden keyif aldıklarını unuttular ve onu para için yaptıklarını düşünmeye başladılar. İşte o an, tenekelere vurup sesler çıkarmanın çocuksu keyfini kaybettikleri ve maddi dünyanın çarklarına ezildikleri andır.  Bu yüzden yukarıdaki hikaye hep hüzünlü gelmiştir bana.

İşletmeler de bir çok kez varlıklarının birçok açıdan anlamlı olduğunu, bir çok ailenin ekmek kaynağı olduklarını, ülkeye ve topluma katkılarını unutup sadece ve sadece para kazanmak için var olduklarını hissetmeye başlıyor. İşte bunun başladığı an kapitalizmin yok edici lanetine kapılmış oluyorsunuz. Kısa sürede hem kendinize hem de işinize yabancılaşacak ve doldurulmaz bir tatminsizlik duygusuna sürükleneceksiniz.

Biliyorum, Maslow'un dediği gibi her canlı asgari hayatta kalma içgüdüsünü doyurmak zorunda. Sizi geçindirecek kadar parayı keyfe zevke bakmadan bir şekilde kazanmak zorundasınız. Sevdiği işi yapmak da her kula nasip olmuyor.  Ama hayatın içinden geçip giderken para, kariyer, ünvan şehvetinden bir dakikalığına kafanızı kaldırıp derin bir nefes alın. Kendinize aslında ne için çalıştığınızı bir daha hatırlatın. Kim bilir, belki "tadı" bulursunuz.

1 yorum:

Kişisel olarak gelişsem mi?

0


Kişisel gelişim alanı çoktan dünya çapında bir endüstri haline geldi. Popüler kültürün birçok konusunda olduğu gibi çıktı, amacın çok ötesine geçmiş durumda. Sağlıklı bir işleyişte değerli fikirleri olan birinin bunları kitaplaştırması, insanlara yardımcı olmak amacı ile deneyimlerini ve bilgilerini paylaşması ve eğer iyise bunun sonucunda para ve ün kazanması gerekir. Ama sonuç para ve ün olunca sonuca ulaşmak içeriğin her zaman önüne geçer. Kitapçılarda uzun zamandır kişisel gelişim kitapları için ayrı ve büyük bir reyon bulunuyor. Ama binlerce yıllık insanlık tarihinde kişisel gelişim neden bu yüzyılda birden çoştu acaba? Daha önce kişisel gelişim önemsiz miydi? İnsanlar kendilerini geliştirmeye çalışmıyor muydu?

Bu sorunun cevabını ararken kendimi içinde bulunduğumuz yüzyılın şartlarını öncekilerle karşılaştırırken buluyorum. 21. yüzyıl öncesinde insanların bilgi sahibi oldukları alanlar görece çok daha azdı. Nüfus daha düşüktü ve ekmek için yapmanız gereken mücadele daha azdı. Ayrıca dalgalı bir seyir izlese ve batıl kısımları olsa da manevi tatmin daha fazlaydı. İnsanlar daha çok şeye inanıyor ve daha az şeyi sorguluyorlardı. Bu yüzyılda bilgi o kadar çeşitli ve detaylı ki, örneğin, fiziğin tek bir dalında bile uzman olmanız için ömrünüzü adamanız gerekiyor. Eski zamanın insanlarından bahsedilirken duymuşsunuzdur; kendisi fizik, matematik, biyoloji, astronomi ve tıp ilimlerinde ilerideydi filan diye. Artık duyamazsınız.

Çağımızın bir başka önemli farkı ise artık herşeyin çok ama çok hızlı olması. Çok değil 30 sene önce 6 ay telefon sırası beklerdi insanlar hat bağlansın diye. Şimdi yarım saat geç açın hattı şikayet başlar. 10 yıl önce 56k lık modemlerle internete bağlanma eziyeti çekerdik, bugün 15Gb. fiber internet var. Bilmeyenler için yazayım, bu, 131.000 kat daha hızlı demek. Çok hızlı tüketiyoruz herşeyi. Bilginin de sürekli ve hızlı şekilde güncellenmesi ve arttırılması gerekiyor. Uzmanı olduğunuz bişey çok kısa sürede eski teknoloji haline gelebiliyor.

Ama tüm bunların çok ötesinde bence başka bir açlık yönetiyor insanın kişisel gelişim ihtiyacını. Tarihinde insan en çok bu yüzyılda yalnız. Özellikle batıda bozulmuş hristiyanlık ve mantık dışı din uygulamaları (ki müslümanlığın hali de içler acısı) Tanrı kavramını yok etti insanın içinde. Ama yaradılışı gereği insanın teknik bilgi ve becerisi ile yetinmesi, sadece maddi kazançla yaşaması mümkün değil. Manevi ihtiyacın da çok daha önemle doldurulması gerekiyor. Batı çözümü Tanrı ve kader yerine insanın kendi gücü ve parayı koymakta arıyor. İnsanın herşeyi başarabileceği, tüm kontrolün insanda olduğu ve parayı elde etmenin tüm problemleri çözebileceği algısı yoğun kültürel empoze nedeni ile hepimizin içinde bir miktar var.

Jim Carrey: "Dilerim herkes bir gün zengin ve ünlü olur ve hayalini kurduğu her şeye kavuşur; böylece aradıkları esas cevabın bu olmadığını anlar" demiş. Harika bir ifade bence.

Sürekli bir yetersizlik ve daha iyi olma psikolojisi içindeyiz. Kazandığımız paradan bağımsız olarak lanetli bir tatminsizlik hali bu. Bu nedenle kişisel gelişim literatürüne her zamankinden daha büyük bir açlık var. Eh, arz talep dengesi gereği de müthiş çeşitli bir arz var tabii.

İnsanın kendini geliştirmesi ve hergün bir öncekine nazaran daha iyi bir insan olmaya çalışması elbette güzel. Ama bunu yaparken iki şeye dikkat etmemiz gerekiyor. Birincisi kişisel gelişim, kişisel gaza gelme değildir. İstersniz uçabileceğinizi bile iddia eden kitaplar var, aldanmayın. İkincisi kendi potansiyelinizi arayın, yeni şeyler öğrenin, eğitimlere gidin ama asla ve asla manevi gelişim kısmını atlamayın. Hayatta bu şekilde bir denge kuramazsak sonu mutlaka sıkıntılı olacaktır.

Ben şahsen birçok gelişim kitabı okuyorum. İşletmecilikle ilgili algımı, bilgimi genişletmeye çalışıyorum. Ama bunun yanında bazen Kur'an, bazen Mesnevi, bazen Bektaş-ı Veli, bazen Yunus da okuyorum. Onlar bana insanın acziyetini, dünyanın geçiciliğini ve "aşk" olmadan hiçbirşeyin anlamlı olmadığını tekrar hatırlatıyorlar.

Kişisel olarak gelişin, ama her iki yönde de...

Son olarak Yiğit Özgür gözünden kişisel gelişimi görmek için aşağıdaki linki mutlaka bir gezin. Farklı bakış açıları olmasa saman gibi olur hayat hakikaten :

http://www.iconjane.com/2009/06/yigit-ozgur-kisisel-gelisim-karikatur.html

0 yorum:

Ekonomi süpermiş!

0

İngiliz politikacı Benjamin Disraeli şöyle demiş:

“3 çeşit yalan vardır; yalan, kuyruklu yalan ve istatistik.”

Mark Twain ise; "Rakamlar yalan söylemez, ama yalancılar rakamlarla oynayabilir" demiş.

Bu sözlerin ardından istatistiklere ve anket sonuçlarına inanmak zor. Çünkü hemen hemen tüm güç odakları sonuçlarla oynayarak ya da en azından biraz süsleyerek veya törpüleyerek gerçeği gölgelemeye çalışıyor. Önünüze her ne maksatla konursa konsun her sonuca, her grafiğe kaynağını sorgulayarak biraz şüpheyle bakmak lazım.

Ancak olayları yorumlamak, trendlere bakmak ve geçmişten bugüne seyri görmek istediğimizde istatistik biliminden faydalanmaktan başka çaremiz yok. İşletme içerisinde de birçok veri toplanıyor ve bir çok raporlama yapılıyor. Bunlar için de dahil olmak üzere eldeki verinin doğruluğu, güncelliği ve anlamlılığı birinci derecede önemli. Zira doğru bilgileri toplamadan doğru hamleleri ancak tesadüfen yapabilirsiniz, o da sürekli olmaz.

Geçtiğimiz günlerde "PEW Global" isminde Amerikan bir araştırma şirketi dikkatimi çekti. Aslında 2013 yılında "Yeni nesil Ebebenlik" araştırmaları ile yakaladım internette. Biraz deşip içinde gezinince sosyal, ekonomik ve demografik birçok alanda anketler ve raporlar hazırladıklarını, bunları sitelerinden duyurduklarını öğrendim.

Yeni nesil ebebeynlik araştırmaları, Amerika için, kadının çalışma hayatında giderek artan ağırlığını, erkeklerde ise ev işleri ve çocuk bakımı yüzdelerinin artışını konu alıyor. İleride değiniriz belki.

Benim asıl ilgimi çeken global araştırmalar bölümündeki araştırmalar. Yazının başında dedik ya pek itibar etmemek lazım diye, pek itibar etmesem de gördüklerim beni bir kere daha üzdü. Sorular şöyle;

  • Ülkenizin gidişatından memnun musunuz?
  • Ülkenizin ekonomik durumundan memnun musunuz?
  • Kişisel ekonomik durumunuzdan memnun musunuz?
  • Dünyanın en büyük ekonomisinin Amerika olduğunu düşünüyor musunuz?
  • Liberal ekonomi, tam serbest pazarı destekliyor musunuz?
Türkiye sırasıyla %47, %57, %60, %54, %55 oranlarında. 4. soruda dünya lideri, ilk soruda Çin, Mısır ve Almanyanın ardından 4. gidişattan en memnun ülke. İkinci soruda ise Çin, Brezilya, Almanyanın ardından ekonomisinin harika gittiğini düşünen 4. ülke.



Ankete katılanların demografik dağılımlarını bilmiyoruz tabi. Sonuçların ne kadar gerçeği yansıttığını da. Ancak ülkemizde bu yıl %2,2 olarak açıklanan büyüme oranının altın ihracatından arındırıldığında sadece %0,8 olduğunu hatırlatayım. Gidişattan, PKK dan, Silivriden bahsetmiyorum bile. Hatta ben bu bloğu biraz başka şeyler düşüneyim diye yazıyorum. Aklı olanın çekeceği işler olmuyor çünkü, muhakkak delirmek lazım.

Peki %0,8 büyümek ne demek? Eğer dünyada rekabet etmeye çalıştığınız ekonomiler daha hızlı büyüyorsa, aslında küçülme ya da durgunluk demek. Avrupa'nın içinde bulunduğu "recession" dedikleri ekonomik durgunluğun aynen bize de gelmesi demek. Prof. Dr. Necip Çakır hocamın anlattığına göre Türkiye bu yıl tarihinde ilk kez kendi isteğiyle yavaşlamış ve bu da yerinde ve doğru bir hamle olarak görülüyor. Ancak bu kadar vergi adaletsizliği, bu kadar cari açık varken ve hala ihracatınız ithalattan bağımsız bir hiçken, harika bir Türkiye'den ve iyi giden ekonomiden söz edilmemeli. Türkiye Ar-Ge güçlendirip kendi markalarını ithalsiz ihraç edebildiğinde, vergi adaleti geldiğinde ve ortalama %4-5 sürdürülebilir büyüme oranları yakalandığında ben de o siteye bizzat başvurup ankete olumlu oy vereceğim.

Özetle ya bizim ekonomimiz harika gidiyor ama ben salağım ya da Benjamin amca doğru söylüyor. İnsanlar daima gerçek yerine inanmak istediklerine inanma eğilimindedirler zaten.


http://www.dunya.com/altinsiz-buyume-yuzde-08de-kaldi-187911h.htm
http://www.pewglobal.org/database/?indicator=5
http://www.pewglobal.org/database/?indicator=4
http://www.pewglobal.org/database/?indicator=3

0 yorum:

Bana ne lan müşteriden!

0
Müşteri memnuniyeti!

Son on yılın en önemli gündem maddelerinden birini oluşturuyor. İşletmelere bol keseden başarı reçeteleri yazan dünyadaki yüzlerce "yönetim doktoru" her firmaya günde 3 kez birer kaşık müşteri memnuniyeti almalarını arada bir de ateşlerini ölçtürmelerini tavsiye ediyor.

Bu tip önerilerin bir özelliği var. Dışarıdan bakınca son derece bariz ve izahı lüzumsuz görünüyorlar. Herhangi bir ticari faaliyet yapıp müşterisini memnun etmeyecek kadar saf hiçbir tüccar olduğunu sanmıyorum. Ama daha önceki yazılarımda açıkladığım "Başarının 7 formülü", "Harika işletmelerin 10 özelliği" gibi "derin" ve "manalı" makalelerin tümünde bu madde mutlaka bulunur ve üzerinde önemle durulur. Derler ki; müşteri memnuniyeti kritik derecede önemlidir ve becerebilirseniz işletmeniz için önemli bir ayırt edici özellik olacaktır. Bunu duyan işletmeler işi bir derece ileri götürür ve misyon vizyon ifadelerine ya da değerlerine öncelikli amacımız müşterilerimizi memnun etmektir yazarlar.

Yazarlar da, o yazı orada öylece kalır. Birçoğu bunun için ne yapacağını bilmez. Müşterinin gözünden satış prosesini incelemez ve gereksiz bir sürü bürokrasiyle işi yokuşa sürdüğünü bile farketmez. Sonra bir aklı evvel gelip müşterilerini çalınca doğru danışmanlara koşup "Aman hoca bizi kurtar" derler. Bol nasihat dinleyip çuvalla para öderler.

Müşteri memnuniyeti hiçbir işletmenin öncelikli amacı olamaz. Aslında işletmelerin yalnız ve ancak tek bir amaçları vardır; olabildiğince fazla kar etmek. Diğer tüm uğraşlar; çalışan memnuniyeti, müşteri memnuniyeti, farklılaşma, pazarlama, reklam vb. yalnızca bu ana amaca hizmet ediyorsa anlamlıdır. O nedenle hep yaptığımız hatayı yapıp araçla amacı birbirine karıştırmamak gerekir. Müşterilere vereceğiniz her taviz bir sonrakini gerektirecektir ve birilerinin müşteriyi memnun edeceğiz diye yapılanların gerçekten ekonomik bir geri dönüşünün olup olmadığını sorgulaması gerekir.

Özellikle birebir müşteri ile çalışan hizmet üreticileri için "Müşteri her zaman haklıdır" demek ve küfür de etse, terbiyesizlik de yapsa, bariz şekilde haklı da olsa onları çalışanlardan üstün görmek bana göre kibar tabiriyle "gerzeklik"tir. 1. öncelik çalışanlara verilmeli ve onların memnuniyeti önemli olmalıdır. Zira memnun müşterinin bir kez daha geleceği şüpheli olsa da memnun çalışanın işletmeye pozitif katkı yapacağı kesindir. Ayrıca kızgın ve kırgın çalışanın müşteri memnuniyeti sonucu üretmesi de imkansızdır.

Müşterinin her zaman haklı olduğu ve ölçüsüz bile olsa tüm taleplerinin yerine getirilmesi gerektiği inancı maalesef işletmeleri batmaya bile sürükler. Aslında kritik olan, müşterinizi başka firmaya geçmek zorunda hissetmeyecek kadar memnun kılmaktır. Yani ona sağladığınız memnuniyet sizin firmanızı seçmesine ya da seçtiyse devam etmesine neden olmalıdır. Bu sonucu üretmeyen her çaba intihar olacaktır. İşletmenin müşteriyi memnun edeceğim diye omurgasız hale gelmemesi ve her talebe onay vermemesi de hayati önemlidir. Müşteri isteğinin açık şekilde karlılığı etkilediği ve başka noktalarda riskler oluşturduğu noktada dur demesini bilen "karakterli" işletmeler uzun vadede hayatta kalmayı daha yüksek oranda başarır. Zira nispeten kısa sayılabilecek meslek hayatımda Bursa'da ana tedarikçi firmalar yüzünden batan 3-4 işletme tanıdım.

Müşterilerinin neler isteyeceğini öngörmek, daha doğrusu hangi ek hizmetlerin kendi tercih edilirliklerini, dolayısıyla karlılık ve sürekliliklerini arttıracağını bilmek çok önemli bir lider meziyetidir. Ancak müşteriyi memnun ederiz bu da tercih edilmemize neden olur saf düşüncesiyle yapılan eylemlerin gerçekliğini ayırt etmek de eş derecede önemlidir. Zira Türkiye'de ağzınızla kuş tutup ziyarete geldiklerinde ip üstünde cambazlık yapsanız da son kararda kötü ama ucuz malı tercih edecek bir sürü müşteri vardır. Müşteri için "gerçekte" neyin değerli olduğunu sezmek başarılı işletmeciliğin ilk koşuludur. Dünyanın en lüks uçuş hizmetini veren Katar havayolları ile dünyanın en ucuz ve özelliksiz uçuş hizmetini veren Sunway havayolları aynı derecede başarılıdır. Her ikisi de kendi hitap ettikleri müşteri profilinin "gerçek" değerlerine hizmet etmekte ve arada bocalayan rakiplerini geride bırakmaktalar.

Uzun lafın kısası, müşteri memnuniyeti bir araçtır ve işletmeyi karlılığa götürmesi beklenir. Götürmüyorsa o araçtan inilip başka bir araca binilmesi evladır.

0 yorum:

Geçici sözleşmeli çalışanlar

0
Kapitalist bir sistemde rekabetin sonu yok. Her gün biraz daha, biraz daha kısmak zorundasınız harcamalardan ve sürekli insanları daha verimli ve daha da verimli yapmalısınız. Karamsar bir kısır döngü yaratıyor insan psikolojisinde bir süre sonra. Bu konuda Eric Fromm'un yazdıklarını okumanızı ve bu sürecin insanları nasıl tükettiğini iyi anlamanızı tavsiye ediyorum. Eric Fromm la ilgili ilerde daha fazla bilgi aktaracağım.

Bu masraf azaltma ve çalışanları da esnek olarak kullanma konusunda son trend sözleşmeli çalışanlar. Bu sitede orjinalini görebileceğiniz yazıda Amerika'da en büyük IK danışmanlık şirketlerinden Allegis ve Human Capital Instute'ün birlikte yaptıkları bir araştırmadan bahsediyor.

Araştırmada şirketlerin neden sözleşmeli çalışanlara eğilim göstermeye başladıklarını sorgulayan geniş bir anket kullanılmış ve çok yüksek katılımcı ile yapılmış. Aşağıda sonuç grafiğini İngilizce olarak bulabilirsiniz:




 



























Sonuçlar şaşırtıcı değil. Şirketlerin öncelikli amacı "esneklik". Bugüne gelir tablosunda "sabit gider" olarak yazılan çalışan masrafını "değişken gider" olarak gösterebilmek derdindeler. Böylece üretimin durumuna göre rahatlıkla kadroyu daraltıp genişletmek ve dar zamanlarda gereksiz sabit gider yapmamak mümkün.

Şirketler açısından bakıldığında durum güzel de bunun çalışanlara yansıması nasıl acaba? Bu sistem çalışanların ücretleri ve sosyal hakları konusunda neler getiriyor neler götürüyor bilmiyorum. Ancak araştırmadan çıkan sonuç 2020 yılına kadar Amerikada tüm çalışanların %40'ının bu şekilde çalışacağını öngörüyor. Size tehdit midir fırsat mıdır bilmiyorum, ama eğilimi görmek ve ona göre hazırlanmak gerek...

0 yorum:

Kendime not

0
İki yazı önce, ateşten bahsederken hayatın önceliklerini sorgulamış ve asıl değerli olanın genelde peşinde koştuklarımız olmadığını söylemiştim.

2 gün önce canımı fena acıtan sıkıntı bulutu çok şükür dağıldı. Ama gitmeden önce bende bir sürü soru, birkaç cevap ve bir önemli ders bıraktı. Ben insana sıkıntı veren şeylerinin tümünün bir amacı olduğuna, sonu kötü de görünse aslında başka bir açıdan hayıra götürdüğüne inanmaya çalışıyorum. İnanıyorum diyemiyorum çünkü sakin havada bunları söylemek kolay da, fırtınanın içinde pek öyle olmuyor. Ama neticede her sıkıntı bizde güzel bazı değişiklikler de bırakıyor. Acziyeti anlamak, kibirden uzaklaşmak ve peşinen hüküm vermemek gibi.

Akşam internette geleneksel amaçsız dolanma işimi yaparken Şems cevabı verdi bana. Ben de paylaşmak istedim:

"Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?"   Şems-i Tebrizi

Zaten kendisi tokat gibi cevapları ve eğilmez bükülmez kişiliğiyle çok önemlidir benim için. Karakterine uygun davrandı dün akşam. Sağolsun... :)

0 yorum:

Beklenti Teorisi

0
Bu teori Yale Üniversitesi İşletme Profesörü Victor Vroom’a ait 1964 tarihli bir motivasyon ve yönetim teorisidir. Vroom temel olarak insanların özellikle karar alma ve liderlik konularında neden bazı davranış kalıplarına uygun hareket ettiklerini anlamaya çalışıyor.

Teoriye göre kişi karar verirken ya da eyleme geçerken belli bazı şekillerde davranır çünkü belli bir beklenti kalıbını seçecek şekilde motive olmuştur. Başka bir deyişle; bireyin davranışlarını belirleyen belirli motivasyon kalıpları vardır ve kişi bunların hangisine karar vermişse ona uygun karar alacak ve davranacaktır.

Teoride benim ilgimi çeken kısım ise Vroom'un motivasyonu 3 ana etmene ayırması ve bu üçlünün herbirine kişinin ne kadar inandığının davranışı ve eylemi açıkladığını iddia etmesidir. Orjinal teoride "Expactancy, Instrumentality, Valance" olarak yazılan bu üçlüyü sanırım "Beklenti, araçsallık ve değer" olarak tercüme edebiliriz. Kelimelere takılmadan öze, manaya bakalım;

Bir örnek verelim; bir müdür kişisi olsun (M), bir de motive olacak çalışan (Ç), müdür (H) hedefine ulaşmak için (X) işini istesin çalışanından. Teori çalışanın bu X işini yaparken ne kadar motive olacağını açıklamaya çalışıyor.

Beklenti : Ç çalışanı işi başaracağına ne kadar inanıyor? Harcayacağı çabanın onu istenen sonucu almaya götürebileceğine olan güveni de diyebiliriz ve çoğunlukla geçmiş tecrübelerden besleniyor.

Araçsallık : Ç çalışanı X işini tamamlarsa gösterdiği çabanın görüleceğine ve ödüllendirileceğine ne kadar inanıyor? Öncelikli olarak üste duyulan güvene dayanıyor. Bu güven azsa çalışan ödül sistematiğini anlama ve ona uygun davranma eğilimi gösteriyor.

Değer : Çalışanın X işini yapıp H hedefine ulaşsa bile alacağı "ödül"e verdiği referans değeri ifade ediyor.

Eğer benim gibi sorunlu bir çalışansanız bu teoriye bir ek yapmanız gerekiyor. Ben buna "Anlamlılık" diyorum.

Müdürüm bana çok kolay bir iş verse (beklentim %100) ve bitirdiğimde yüksek taktir göreceğimi bilsem (Araçsallık %100) ve başarı sonucu elde edeceğim ödül de büyük ve anlamlı olsa (Değer %100), yine de motivasyonum için yeterli değildir. Benim için ayrıca H hedefinin de anlamlı olması, bu hedefe ulaşmanın işletme için faydası olduğunun anlaşılması gereklidir. Hatta ben anlamlı bir H hedefi görmüşsen eylem için X işinin bana verilmesini de beklemem.

Ancak arızalı bir çalışanın bu konuda saçmalamaması ve gereksiz motivasyon kaybı yaşamaması için "büyük resmi" görme yeteneğini de geliştirmesi hatta cilalaması gerekir. Çoğu durumda ilk bakışta anlamlandıramadığınız işler başka açılardan faydalı olabilir. Lideriniz sizin göremediğiniz politik ilişkileri ya da ekonomik öngörüleri kovalıyor da olabilir. O nedenle eğer iş yerinde öyle bir imkan varsa bunu yönetici ile paylaşmak, tartışmak ve hedefi anlamlı kılmaya çalışmak en geçerli yoldur.


İşi "KARE" ler üretmek olan bir yerde çalışıyorken amiriniz sizden yukarıdaki gibi dikdörtgenler üretmenizi istiyor olabilir. Bu size çok saçma ve anlamsız geliyor da olabilir. Ama bazen yukarıdaki resimdeki gibi, aslında toplam içinde anlamlıdır.



0 yorum:

Ateş

0
Medeniyeti ilerletmiş, önemli teknolojik buluşlara imza atmış olabiliriz. Ama Allah'ın her gün her saniye bize verdiği bazı önemli mesajları almamakta, gerçek değeri anlamamakta ısrar eder insanoğlu.

"Bugün çoğu insan, tüketim ve haz ya da zenginlik ya da şöhret arayan hayatların peşinde…" bu söz kimin biliyor musunuz? Bir de şuna bakın:

"Büyük servet sahibi oldukları için gücü elinde tutan yöneticiler, gençlerin savurganlıklarını yasaklamak ve paralarını harcayıp kendilerini tüketmelerini durdurmak istemiyorlar. Onların amaçları, böyle tedbirsiz insanlara borç vermek ve kendi zenginlik ve nüfuslarının çoğalmasını umarak onların mülklerine el koymak. Para yapıcılar, ellerinden gelen her yere borçlarının zehirli iğnelerini sokmaya devam edecekler."

İlki Aristotales'e, ikincisi Platon'a ait. Neredeyse 2500 yıl önce söylenmiş sözler. Arada geçen zaman diliminde bilebildiğimiz 2 büyük peygamber gelmiş. Neredeyse bütün veliler, düşünürler aynı mesajları vermiş ama anlamamakta ısrar ediyoruz. Hala paranın, mevkinin ya da şöhretin peşinde, genel olarak bir tür şehvetin esaretinde hayatlarımızı ıskalıyoruz.

İnsanların önem verdiği şeyler hayatları boyunca büyük bir hızla değişiyor. Öncelikleri, değer yargıları, yaşama bakışları da öyle. Ama bir gün, hiç beklemediğimiz zamanda olan bir olay, örneğin yakın bir ölüm deneyimi ya da çok sevdiğimiz birini kaybetmek gibi, tüm ezberimizi bozabiliyor ve o güne dek öğrendiğimiz ne varsa bir anda anlamını yitirebiliyor.

Günlerdir hastalığın pençesinde biraz acı çekiyordum. Özellikle geceleri yanıyordum resmen. Doğal olarak bir an önce iyileşmek arzusundaydım. Bir yandan işle ilgili bir yandan evle ilgili meseleler de doğal seyrinde dönüp duruyordu etrafımda. Hayat kendi bildiği gibi oyalıyordu beni.

Sonra bir haber aldım...

Anladım ki 1 haftadır bendeki ateş bedensel ateşmiş ve asıl ateş yanında hiç hükmü yokmuş. Asıl ateş geldimi bedensel ateş 50 dereceye çıksa anlamazmış insan. Ev, iş, para, hayatın rutin meselelerinin tümü incir çekirdeğini doldurmayacak işler olarak geliyormuş bir anda. Hatta bu dünyadaki bütün paralar birleşse ve dahi bir o kadar dahası benim olsa zerre miktarınca faydası olmayabiliyormuş. Bir kez daha bana acziyetimi ve zayıflığımı hatırlattı Tanrı.

Peki ben bunları yeni mi öğreniyorum? Yoo. Daha önce onlarca kez vermişti hayat bana bu dersi ve daha önce onlarca kez bu sonucu çıkarmıştım. Ama her insan kadar aptalım ben de. Anlamamakta ısrar ediyorum.

Bu yazı bu bloğun şimdiye kadar ki çizgisinin ve konularının biraz dışında biliyorum. Ama Hayat ve Felsefe 2/3ünü oluşturuyor başlığın.  Şu an zaten canım yandığından uyup uymamasıyla da pek ilgilenmiyorum. İlerde silerim belki.

Ama kendime not olarak şunu yazmam lazım; sevdiklerine sıkıca sarıl, "aşk"ın peşinden koş sürekli, ne yapıyorsan severek yap ve asla ve asla acziyetini ve zayıflığını unutup böbürlenmeye kalkma. Hayatta bunlardan gayrısı hayalden ibaret.

0 yorum:

Neme Lazım!

0
Kanuni Sultan Süleyman Han, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayâl eder, günün birinde “Osmanoğulları da inişe geçer çökmeye yüz tutar mı?” diye derin derin düşünmeye ba şlar. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur âlim Yahyâ Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahyâ Efendi’ye gönderir.

Mektup kısaca (mealen) şöyledir: “Sen ilahî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” Mektubu okuyan Yahyâ Efendi’nin cevabı bir bakıma çok kısa, bir bakıma çok uzundur:

 “Neme lâzım be Sultânım!”

 Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultân, bir mânâ veremez. Yahyâ Efendi gibi bir zâtın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünemez. Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?” Nihayet kalkar, Yahyâ Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir. Sitem dolu sorusunu tekrar sorar süt kardeşine:

 “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!”

 “Sultânım sizin sorunuzu ciddiye almamak kâbil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.”

 “İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “neme lâzım be Sultânım!” demişsiniz. Sanki “Beni böyle işlere karıştırma” der gibi bir anlam çıkarıyorum.” İşte bundan sonra Yahya Efendi tarihi cevabını açıklar:

 “Sultânım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de “neme lâzım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryâdı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimâd ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”

 Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca sultan, söyleneni başını sallayarak tasdîk eder, sonra da kendisini böyle ikaz eden bir âlime memleketinin sahip olduğu için Allah’a şükreder. Yahya Efendi’ye ise bu tür ikazlardan hiçbir zaman geri kalmaması için tembihte bulunup oradan ayrılır. Bu hadise de böylece tarihe geçer. Mektubun tam ve orijinal nüshası Topkapı Sarayı’nda sergilenmektedir."


Birçok derste ve tartışmada ülkemin durumunun nasıl olup da buralara geldiğini konuşup durduk. Ben yukarıdakinden daha güzel bir açıklama bulamadım...



0 yorum:

Şarlatanlığa devam

0
İşletmecilikle ilgili içi boş yazınlar ve söylemler öylesine yaygın ve bu konunun sıkıntısı bende öylesine fazla ki sanırım birkaç yazımı daha bu konuya ayıracağım. Ama bu kez ben fazla araya girmeden Osman ATA ATAÇ hocamın şahane üslubu ile başka bir hikayeyi dinleyelim. Bu arada alıntı yapmak için bana verdiği direk izinden dolayı da kendisine teşekkür ederim:

"Şimdi bir kaç vakadan yapılan başka bir genellemeye bakalım: 'In search of Excellence' kitabının önerilerine. Eğer 1990'ların başında yönetici veya yönetim bilimi öğrencisi olup bu kitabı duymadınızsa o da ilginç bir vaka. Bu kitabı işletmecilikle uzaktan yakında alakalı olan biri duymamış görmemiş olamaz. 1988 yılında Tom Peters ve Robert Waterman isimli yazarların kırkyedi 'başarılı şirket' vakalarına dayanarak yaptıkları genellemeleri içeren kitap büyük ün kazanmış, yazarları zengin olmuştu. Kimse "One minit. Bunları söylemek için mi kırk-yedi şirkete baktınız?" demediği gibi, yöneticiler konferans salonlarını doldurup konuyu daha iyi öğrenmek için çırpınmışlardı. Peters ve Waterman'a göre başarılı olmak istiyorsanız aşağıdaki özelliklere sahip olmanız gerekiyordu:


" Eylemcilik

 " Müşteriye yakınlık

" Serbestiyet ve yaratıcılık 

" İşgücü verimlilği


" Eli işin içinde, işletme değerlerine sadık yöneticilik

" Bildiği işin dışına çıkmama

" Sadelik ve az sayıda yönetici

" Merkeziyetçi vizyon ve değerlerle aynı zamanda işin yapıldığı yerde serbestiyet.


Tom Peters ve Robert Waterman, sizin de benim de hatta sevgili Kayınvalidemin bile oturup söyliyebileceği sekiz şey için büyük bir gürültü kopardılar. Aslında çalıştıkları McKinsey şirketinin hiç önem vermediği bir proje için öylesine görevlendirilmişlerdi. Kimsenin bilmediği nedenlerle kendilerine hemen hemen limitsiz seyahat bütçesi ve vakit verilmişti. Enflasyonun yüksek olduğu, piyasa durgunluğunun uzayıp gitiği ve ABD'nin bazı büyük şirketlerinin rekabet güçlerinin yok olduğunun iddia edildiği bir dönemde 'In Search of Excellence' iyi haberler getiriyordu. Kitabın aktardığı bulgulara göre ABD'de IBM, Ford, ve International Harvester gibi büyük şirketler iddiaların aksine dim dik ayaktaydı. Fortune 500 şirketleri bozulan moralleri düzeltmek için kitabın onbinlerce nüshasını satın alıp her yere dağıttılar. Gerisi artık tarih.


'In Search of Excellence' işletmecilere dişe dokunur bir şey söylemedi ama çok başarlıydı. Bu başarının ne kadarı Fortune 500 şirketlerinin kitabı alıpta sağa sola dağıtmasından kaynaklanıyor bilinemez ama işletmecilikte palavra salgını bundan neredeyse 30 sene önce bu kitapla başladı. Gurular ve şarlatanlar piyasayı işgal edip yöneticilere 'Müşeri odaklı çabalarımız', 'win-win stratejimiz', 'öğrenen örgüt', 'sonuç-odaklı çalışmalar', 'dikişsiz entegre örgütümüz' gibi kelimelerin aralarını doldurarak kurulan cümlelerle abuk sabuk konuşmayı öğrettiler. "Sat da kazan" diyen işletmeciler eski kafalı olarak değerlendirilirlerken değer katmak, en iyi uygulamaya benchmark, çabuk başarı falan gibi ne olduğu belirsiz laflar edenler çağdaş sayılır oldular. O kadar ki orta seviye genç yöneticiler yönetim toplantılarında İngilizce 'bullshit bingo' Türkçeye herhalde 'palavra tombalası' diye çevrilebilecek bir oyun oynamaya başladılar. Bu oyunu bana yabancı bir bankanın satın aldığı bir Türk bankasında oynayanlar anlattı. Oyuncular üst yönetim toplantılarına girerken üstünde vizyon, tüketici odaklı, misyon, öz işimiz filan gibi kelimeler bulunan kartlara para yatırıyor ve toplantılara bu kartlarla girip gizlice tombala oynuyorlardı. Bu içi boş lafların her geçişinde karta bir işaret konuyor, kartta bir sıra veya sütunu tamamlayan tombala yaparak haftanın hasılatını cebe atıyordu. Oyunculara göre, işin komiği konuşan yönetici kendisinin ne kadar dikkatle dinlendiğini görünce seviniyor, ve 'uçma' hızını arttırıyordu. Bu müşteri odaklı banka geçen sene hala bir şubesinden öbür şubesine para aktarırken müşterisinden havale parası istiyor, bankamatikte kendi hesabına para yatıran müşterisinden komisyon kesiyordu. Yahu para transferleri artık elektronik, bir düğmeye basıyorsun gidiyor, adam kendi parasını makinede kendi hesabına yatırıyor ne komisyonu? İşte esas buna "One minit" demek gerekiyor. Hangi müşteri odaklı çalışma yaptın ki para istiyor, komisyon kesiyorsun? ayıptır ve dahi günahtır.

Peters ve Waterman kendi itiraflarına göre, kitabı yazarken ne yaptıkları konusunda hiç bir fikir sahibi de değillermiş . Onlar da McKinsey danışmanlık firmasının 7-S modelinden başlamışlar. Evet, McKinsey de bir liste sahibi. Aklınızda kalmasın McKinsey'e göre bir işletmenin başarısı yedi süreçteki başarılarıyla ölçülüyor. Bunlar strateji, şirket yapısı ve iş süreçlerinin tasarımları, yönetimin davranış biçimi, personel kalitesi, ortak değerlere ve gerekli becerilere sahip olmak olarak sıralanıyor. Buyrun kullanabilirseniz kullanın ve işletmenizi başarıya götürün. McKinsey'in yedilik listesi İngilizce kelimelerin baş harfleri hep S olduğu için 7-S olarak tanıtılıyor. Bu listelerden size de bana geldiği gibi bıkkıntı gelmediyse 6-Sigma, 7-P, 3-C gibi diğerlerine de bakabiliriz. Size önerim bırakın bunları. "Listesiz olmaz" diyorsanız sufilerin listesini kullanın hiç olmazsa bizden."


Size ne hissettiriyor bilmiyorum ama Osman hocamın yazıları bende hep "çok harika" izlenimi yaratıyor. Henüz kafası bu tip safsatalarla bulanmamış genç arkadaşlara sesleniyorum: 6G-7P-7S-10 M gibi sayı harf ikililerini unutun. Genel ifadelerle tavsiyeler şeklinde ya da ilkeler şeklindeki yazılar çok önemliymiş gibi görünüp hiçbirşey anlatmazlar. İşin özüne bakmamız lazım. İşletmenin gerçek amacı nedir? Yaratılan gerçek değer nedir? Müşteri bizi neden seçer? Bu soruların yanıtlarını aramak zorundayız. Gerisi Laf-ı güzaf...

Yazının orjinaline buradan,
Osman Hocamın Dünya gazetesindeki tüm yazılarına buradan ulaşabilirsiniz...

0 yorum:

Liderlik nedir?!

0
Liderlikle ilgili yayın görmekten artık fenalık geldi. 5000 yıldır bir şekilde yönetilen insanlar son 20 yıldır liderliğin çok önemli olduğunu fark etti ve bunca yıldır meğer bizi liderler yönetiyormuş demeye başladı sanırım.

TED konferanslarına, seminer takvimlerine, kişisel gelişim kitap raflarına bakıyorum; şirket içi eğitimlerine ve gelişim koçlarına bakıyorum, herkes bir liderlik türküsü tutturmuş gidiyor. Bir önceki yazıda "şarlatan" olarak tanımladığımız ve kendilerine pek itibar da etmediğimiz yazarlar güruhu da bu kavramı pompalamaya devam ediyor. Osman hocamın yazılarından Iacocca ile ilgili yazdıklarını, "Etkili liderin 9 özelliği" kitabını yazan ve seminerlede konuşmalar yapan General Motors eski BİS'i*
Iacocca'nın gerçekte başarıyı nasıl yakaladığını ama sonrasında liderliği nasıl tanımladığını mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.

Geçen hafta nev-i şahsına münhasır değerli hocam  Doç.Dr.Yücel SAYILAR'dan Jeffrey Pfeffer tarafından kaleme alınmış "POWER / GÜÇ" kitabı ulaştı elime. Daha önce pek duymadığım bu adamla beni tanıştırdığı için kendisine çok teşekkür ederim. Zira henüz başında olmama rağmen birçok paralel bakış tarzımız olduğunu söyleyebilirim.

Jeffrey Pfeffer, yöneticilerin psikolojik analizine ve işletme içi ilişkilere odaklanmış, örgütsel davranış uzmanı bir profesör. GÜÇ kitabında ana fikir, işletmelerde gücü/otoriteyi elinde tutanların bunu nasıl yaptığı ve hangi özelliklere sahip olduğunun tartışılması. Bitirene kadar daha çok yazarım herhalde hakkında. Ama bu yazının konusunu ilgilendiren kısmı en başında geçiyor. Güce sahip olmanızı engelleyen 3 büyük engeli aşmak zorundasınız diyor Jeffrey Pfeffer ;

* İlk engel dünyanın adil bir yer olduğu ile ilgili ön kabulümüz, dünya adil filan değildir ve öyle olduğunu düşünmeye bizi sevkeden bazı psikolojik baskılardan söz ediyor.

* İkinci engel ise "Liderik Literatürüdür" diyor, aşağıda biraz daha açacağım

* 3. engel ise kendinizsiniz dyor ve devam ediyor detayına

Liderlik literatürü ile ilgili ise çok çarpıcı tespitleri var. Bu tip kitapların üzerine sigaralardaki gibi büyük harflerde: "DİKKAT BU KİTAP ŞİRKETİNİZİN HAYATTA KALMA ÇABASINA CİDDİ HASAR VEREBİLİR" diye yazılmalı diyor mesela. Örnek liderler ve ideal lider davranışı diye lanse edilen özelliklerin gerçek olmadığını anlatıyor. Ne o özellikler sizi gerçek lider yapar ne de başarılı insanlar o özelliklere sahiptir diyor. Onun ifadesine göre örnek olarak verilen özellikler insanların psikolojik olarak görmek istedikleri. Herkes liderlerinin ilkeli, etik, karizmatik vs. olmasını istiyor. Yöneticilerimizin bu özelliklere sahip olduğunu düşünmek ve buna inanmak istiyoruz çünkü aksi kendimizi daha fazla aptal hissetmemize yol açıyor sanırım. Lider olarak tanınan insanların özellikle emeklilik dönemlerinde kendileri hakkında yazdıklarının da gerçeği yansıtmadığını, çoğunlukla idealize edilmiş değerler ve altında yatan pek çok başka etken gizlenmiş başarı hikayeleri olduğunu savunuyor yazar ve bence büyük oranda haklı da.

İşte işletmecilikle ilgili literatürün yanında liderlikle ilgili literatürü de okurken, öğrenirken bize yansıtılanı olduğu gibi almamamız, "gerçek" anlamı sorgulamamız gerektiğini gösteren örnekler bunlar. Elimden geldiği kadar hem kendime hem de genç arkadaşlara vermeye çalıştığım en önemli mesaj bu. Bize yöneticiliği ya da liderliği öğretecek sihirli formüller, müthiş buluşlar filan yok. Önümüzde Atatürk gibi bir adam varken başka örnek lider aramanın anlamı da yok.

"Başarı izah istemez, mağlubiyet mazeret kabul etmez" diyen Atatürk'ten, önüne hedef koyup ne pahasına olursa olsun ulaşmak konusunda öğreneceğimiz çok şey var. Şartlar tamamen tersini gösterirken neyin bizi başarılı yapacağını öğrenmek için de. Durumsal liderliğin nasıl yapıldığını, nasıl bazen tam demokratik bazen dediğim dedik olmak gerektiğini, astlara yetki verirken nasıl aynı zamanda kontrol edileceğini de öğrenebilirsiniz. Serde denizcilik olduğundan şunu söyleyerek bitirelim; doğru yıldızı göremezseniz doğru yöne gidemezsiniz...

BİS = Baş İcra Sorumlusu = Chief Execute Officer = CEO

0 yorum: