Dedikodu kazanı!

0
Tüm örgütler temelde belli bir amaç için biraya gelmiş birden fazla birey ya da birimin oluşturduğu yapılardır. Bu yapının faaliyet gösterebilmesi ve amaca yönelik ortak işler yapabilmesi için belirli bir düzende yapılanması, örgütlenmesi gerekir.

Drucker'ın tanımıyla bir örgütler topluluğu içinde yaşıyoruz. Kaçınılmaz olarak bir ya da daha fazla örgütün içerisindeyiz ve o veya bu şekilde örgütün içerisindeki psikolojiden etkileniyor, davranışlarımızı ona göre düzenliyoruz.

Örgütlerin hepsinde genellikle hiyerarşi ağaçları olarak resmedilen organizasyon yapıları var. Klasik organizasyon, matris organizasyon, dikey yapı, yatay yapı gibi farklı formel organizasyon yapılarından bahsetmek mümkün. Ancak yazımızın ana konusunu bu formel organizasyondan ziyade, formel olmayan, daha Türkçe ifade ile biçimsel olmayan organizasyon oluşturacak.

"Biçimsel olmayan organizasyon, işletmelerde temel üretim unsurlarından biri olan insanı temel alır.
Organizasyon kavramının tanımında insanın var olduğu göz önüne alındığında her biçimsel organizasyon içinde veya her işletmede, biçimsel olmayan organizasyonun varlığından söz edilebilir.
Biçimsel olmayan organizasyon, bir işletmede ya da bir çalışma ortamındaki insanların birbiriyle iletişimi ve etkileşiminden doğan bir toplumsal ilişkiler ağıdır."



Yukarıdaki tanımına ek olarak, biçimsel olmayan organizasyon için özetle; işletme içerisinde arkadaşlık, dostluk, benzer sıkıntılar, benzer hobiler vs. aracılığı ile oluşmuş ve zaman içerisinde derinleşip kökleşmiş bir yapıdan bahsedebiliriz. Birçok organizasyon iş yapma biçimine ve işlerin ne kadar iyi ve performanslı olacağına biçimsel yapının yön verdiğini sanır ama bence bu büyük bir yanılgıdır. Biçimsel olmayan organizasyonun, özellikle çalışan bağlılığı ve motivasyonu üzerindeki etkisi çok büyüktür. Aslında her biçimsel organizasyonda ikili bir faaliyet yapısı vardır: bir tarafta yöneticilerin belirlediği ilke, politika, yetki ve sorumluluk ilişkileri ile biçimsel faaliyet yapısı; diğer tarafta organizasyon üyelerinin birbiriyle etkileşimi sonucunda oluşan biçimsel olmayan organizasyon.

Read More

OEE Hataları

0


OEE verisinin neyi ifade ettiğini ve her üretim işletmesi için öncelikli göstergelerden biri olduğunu daha önce defaten söylemiştik. Kısa bir özet geçersek OEE ingilizce "Overall Equipment Efficiency" kelimelerinin baş harfleri. Ekipman verimliliğinin, üretime özel tabiriyle tezgah verimliliğinin ölçüm parametresi.  Üç bileşenden oluşuyor:

OEE = Kalite oranı x Performans Oranı x Kullanılabilirlik oranı

Kalite oranı günlük üretilen parçanın yüzde kaçının problemsiz olduğunun oranı, performans, ayrılan sürede teorik olarak, çevrim sürelerini göre, üretilmesi gereken adetle gerçekleşenin oranı, kullanılabilirlik ise 1 vardiyanın yüzde kaçının üretime ayrılabildiği oranı (setuplar, arızalar, duruşların sonrasında) olarak hesaplanıyor.

Yukarıdakiler hemen tüm üreticilerin bildiği temel bilgiler. Çoğu işletme bu oranın ölçümü için bir sistematik geliştirmiş ve takibini yapar durumda. Ancak maalesef her zaman doğru şekilde kullanılamıyor. İnternette OEE.com sitesinde OEE ölçümünde en sık yapılan hatalar ile ilgili bir yazı buldum. Paylaşmak istedim. Orjinaline buradan ulaşabilirsiniz....

1) İçerikten çok skora odaklanmak:

OEE göstergesinin sonuç değeri, eğer bunu oluşturan 3 bileşene bakmıyorsanız bir anlam ifade etmez. OEE değerini üç ana odakta bölmeli, herbirinin "100" olmasını neyin engellediğini çıkarmalı ve daha da önemlisi bunlara aksiyon almalısınız.

2) Gerçek değer yerine ideal çevrim süresi

Birçok işletme çevrim sürelerini tezgahın sağlayabileceği en düşük süre yerine "ideal" ya da "standart" süreler ile sisteme giriyor. Oysa doğru analiz yapılabilmesi için gerçek en kısa çevrim süresinin alınması ve bunun üzerindeki tüm sürelerin kayıp olarak değerlendirilmesi gerekir. Ne kadar şeffafsanız o kadar doğru veri toplarsınız. 

3) Setupları hesaba katmamak

Setup süreleri planlı süre olarak kabul edilip OEE hesabı içerisinden çıkarılmamalıdır. Her şekilde ayar ve tip dönüş süreleri de sistemin verimsiz olduğu sürelerdir ve OEE bu süreleri de içerecek şekilde hesaplanmalıdır.

4) Çok fazla veri toplamak

Birinci maddede sadece tek bir sayıya bakmanın aksine, OEE verisi de çok fazla parçalara ayrılmamalı ve veri kirliliği yaratılmamalıdır. Çok uzun bir hata kodları listesi, uzun bir arıza duruş kodları listesi veri gireceklerin karışıklık yaşamasına, çok fazla vakit kaybetmesine neden olur. Anlamlı aksiyon çıkartamayacağınız detay verileri toplamayın. Veri sonuca götürecek kadar detaylı, hızlı götürecek kadar da sade olmalıdır. Bir örnek vereyim. Bir Montaj hattının OEE'si 85 olsun. Bunu %100 kalite oranı, %97 performans oranı ve %87 kullanılabilirlik oranı oluştursun. Doğal olarak öncelikli hedef %13lük kullanılabilirlik kayıp oranını analiz etmek olmalıdır. Bunu arıza duruşları ve setuplar olarak ayırdık diyelim. Arıza duruşları da mekanik ve elektiriksel olarak ayırdık. Elektriksel olanları da sensör kaynaklı olanlar, elektronik kart kaynaklı olanlar diye ayırdık. Bir derece daha ileriye gitmek yani örneğin sensörleri de marka ya da tipe göre ayırmak artık gereksiz veri toplamaya ve çok fazla kod belirlemeye girecektir.

5) OEE skorunu anlamsız karşılaştırmalarda kullanmak

Her işletmenin ve her tezgahın OEE değer aslında kendine özgüdür. İşletmeler genellikle ürünler arası, fabrikalar arası ya da hatlar arası karşılaştırmaya çalışır. Elbette sektör ortalamaları ya da kabul edilebilir hedeflere göre karşılaştırma önemlidir ancak elmayla armutu kıyaslamamaya benzer karakteristikler göstermeyen ürün hatlarını OEE datası üzerinden derecelendirmemeye dikkat etmek gerekir.

6) OEE nin önemini anlatmak

Çalışanlara doğru anlatılmadığı, içeriği ve önemi aktarılmadığı sürece OEE soyut bir kavramdır. OEE veri girişi ve analizini yapacak olan personelin derinlemesine eğitimden geçmesi, verimliliği oluşturan alt bileşenlerin etkisini anlaması ve nasıl iyileştirileceğini bilmesi çok önemlidir. Bu husus birçok işletmede gözardı edilir.

 OEE konusunda genel olrak yapılan hatalar böyle. İşletmenizde OEE ya da herhangi başka bir göstergenin sağlıklı çalışması ve size doğru yönde sinyaller vermesi için girdiğiniz verinin doğruluğunu, anlamlılığını mutlaka sorgulamak zorundasınız. Aksi bir sürü renkli ve anlamsız grafik olarak karşınıza çıkacak ve asıl işi kayıpları azaltmak olan bu takip sistemlerinin kendileri zaman kaybına dönüşecektir.

Üretim Sistemi Hedefleri (Devam)

0


Üretim sistemleri ile ilgili bir önceki yazımda üretici firmaların yüzleştikleri ana problemleri tanımlamış ve en iyi ve en kötü firmaların ana gösterge puanlarına bir bakmıştık. Yazıyı da, bu gösterge puanlarına yani daha iyi üretkenlik, tam zamanında teslimat gibi göstergelerde daha iyi notlara nasıl ulaştıklarına bakacağımız sözüyle bitirmiştim.

Aynı araştırma sonuçlarını inceleyerek devam ediyoruz. AberdeenGroup araştırmasına göre en iyi imalat işletmelerinin problemler karşısında aldıkları stratejik aksiyonları aşağıdaki tabloya özetledim:

























Kendi işletmenizde bunların hangilerinin ne ölçüde yapıldığını karşılaştırabilirsiniz. Araştırma yukarıdaki özet tabloyu verdikten sonra şu önemli noktaya dikkat çekiyor:

Yüzleşmek zorunda kaldıkları problemler ve bunlara karşı aldıkları önlemler en iyi imalat işletmelerinde de en kötülerinde de aynı. Araştırmaya konu olan işletmelerin %68'i sürekli iyileştirme ekipleri kurmuş, %39'u üretim alanında görsellik arttırma yöntemleri kullanıyor, %40 Ekipman verimliliği üzerinde çalışıyor mesela. Demek ki en iyilerin yaptığı çok farklı birşey yok, ya da keşfettikleri yeni bir metod filan da yok. Araştırmaya göre iyileri iyi yapan bu metodları kullanma etkinlikleri. Çünkü diğerlerinin aksine, iyi işletmelerde, bu yöntemler hem gerekli iş gücü ve yetki ile donanmış ekiplerce yapılıyor hem de tüm ekipler belli amaçlar ve açık hedeflere yönlendirilmiş durumda. İşte farkı doğuran bu. "Ne" yapılması gerektiğini istisnasız tüm işletmeler biliyor. "Nasıl" yapılması gerektiğini de bir kısmı biliyor ancak "Neden" yapıldığını çok az işletme biliyor ve bunları doğru kaynakları planlayarak ve doğru motivasyonla yapıyor görünüyor. Simon Sinek'ten bahsettiğim yazıma göz atarsanız ne demek istediğimi daha net anlayabilirsiniz...

Hammaddeyi daha ucuz ve etkin kullanmaya çalışmak, hata durumlarında reaksiyon süresini kısaltıp etkinliğini arttırmak ve son olarak parça akış hızını arttırmak araştırmaya katılan tüm işletmelerin uyguladığı stratejik aksiyonların diğerlerini oluşturuyor.

Büyük işletmelerin en öne çıkan özelliklerinden biriside KPI adını verdiğimiz anahtar performans göstergelerinin (Key Performance Indicator) fabrikadan fabrikaya, karar vericiden karar vericiye değişmemesi. Ölçüm metodu ve parametreleri %91 oranında standartlaştırılmış görünüyor ve bu endüstrinin geri kalanının oranının oldukça üstünde.

Verinin otomatik toplanması ve üretim alanındaki verinin hızla analiz edilerek karar mekanizmalarına girdi oluşturması "En iyi" işletmelerin bir başka öne çıkan özelliği.

Araştırma yukarıda en önemli gördüğüm kısımların özetinden çok daha fazlasını içeriyor. Sonuç kısmında ise tüm işletmelerin en iyi sınıfına uzaklıklarına göre neler yapabileceğinin birer listesi var.

2008 tarihli bu araştırmanın üzerine benzer konuda birkaç araştırma daha var ancak  ne oranlarda ne de yapılası gerekenlerde anlamlı bir fark yok.

Araştırmanın orjinaline ücretsiz olarak buradan ulaşabilirsiniz...



Neme lazımcılık mesleği

0

Daha önce Yavuz Sultan Selim zamanından güzel bir anekdotla "Neme Lazım" demenin uzun vadede nasıl sonuçları olabileceğini paylaşmıştım.

Biraz daha konuya girelim ve özellikle iş hayatına yeni girecek arkadaşların nelerle karşılaşabileceklerine dikkat çekecek belli başlı insan tiplerine biraz daha yakından bakalım. Yazmaya başlamadan önce defaten adını geçirip kulaklarını çınlattığım Osman Hocamı bir kez daha anayım. Çünkü yazının esin kaynağı da, kısmen bilgi kaynağı da o. Osman Ata Ataç'ın "Yöneterek, Yönetilerek Yaşamak" kitabını kaç kez önerdim hatırlamıyorum ama o kadar keyif alıyorum ki hem bu bloğu okuyanlara, hem iş arkadaşlarıma, hem de yeni gelen tüm stajerlere ısrarla önermeye devam ediyorum.

İş hayatı, çok çeşitli insanla bir arada yaşamak zorunda olduğumuz ve insan sarraflığına en çok ihtiyaç duyacağımız yerlerden birisi. Birçok olumlu ve iyi insanla karşılaşacağımız gibi birçok olumsuz ve hatta "kalleş" adamla çalışmak zorunda kalmamız da olası. Kimin iyi kimin kötü olduğunu ayırt etmek çok kolay bir iş değil ve belki biraz Allah vergisi yetenek, biraz da kazık yemişlik, yani tecrübe gerektiriyor.


Ortada edinilmesi arzulanan güç ve bu gücün toplandığı odak veya odaklar varsa temel bazı insan davranışlarına rastlamanız ve az sonra Osman hocamdan alıntıyla açıklamaya yelteneceğimiz temel bazı insan tiplerini görmeniz kaçınılmaz. İnsanları çözmek ve artık yanılmam demek hiçbir yaşta mümkün olmasa da özellikle iş hayatında yeni olanların "örgütte başarılı olmak ve iş hayatında yükselmek" için bazı tipleri tanıması çok faydalıdır.

Ben bu tipleri Palavracılar, Neme lazımcılar ve Kralcılar olarak ayırıyorum.

Palavracılar benim gözümde, aslında içleri boş olan, kulaktan dolma, başkasından öğrenme laflarla, aslında tam olarak ne anlatmak istedikleri hiç anlaşılmayan nutuklar atan adamlardır. Genellikle aksinin ispatı lüzumsuz konularda bol bol ve içeriksiz konuşurlar. Söyledikleri ya "aşikar-ı ifşa" yani zaten çok belli olan birşeyi tekrar ya da yuvarlak ve genel konuşarak bir sonuca varmadan geçiştirmek şeklindedir. Belirli bir konuda uzmanlık iddiasıyla kurumda bulunurlar ve o konuda eleştiriye pek tahammülleri yoktur. Mantıklı bir insan bu tipin konuştuklarını dinlerken sıkılır ve dağılır. Herhangi bir konuda kendilerine eleştiri geldiğinde çok ama çok alakasız bir yere konuyu bağlama ve kafa karıştırarak bertaraf etme gibi benzersiz bir yetenekleri de vardır.

Şöyle diyor Osman hoca kitabında : "....palavracılar sinsidir. Dostluk, ağabeylik, babalık, hocalık gibi rollerden birini seçer ve iyi oynarlar. Bu durumda antenlerinizi açık tutmalısınız. ....Sizinle alıp veremedikleri mutlaka vardır, büyük ihtimalle sizi kendisi için  tehdit olarak görüyor ve bloke etmeye çalışıyordur. Sizi ağabey, dost olarak pasifize edemezse saldıracaktır. Saldırıları tehlikeli olur. Açmaza sokma, küçük düşürme taktiklerini büyük bir incelikle uygularlar. Genellikle açık açık saldırmaz, hatta müdafa ediyormuşcasına sokuştururlar..."

Neme lazımcılar da çok yaygın türlerdendir. Hemen her işletmede bulunurlar ancak patrona yakın olanlarına ayrıca dikkat etmek gerekir. Genel yaklaşımları etliye sütlüye mümkün olduğunca karışmamak, risk almamak ve sürtüşmelerden kaçınmaktır. Kendileri pek iş yapmazlar, dolayısıyla da bunun getirebileceği hatalardan ve risklerden de korunurlar. Ancak iş yapanların hataları söz konusu olduğunda hemen aslan kesilirler.

Osman hocam kitabında bu tür için "Fareler" diyor ve ekliyor : "Eğer örgütte biri kendi pek bir iş yapmıyor ama birisinin hatası ortaya çıktığında başrol oynuyorsa bilin ki o kişi büyük olasılık bir faredir. Risk sevmemenin doğal bir sonucu olarak genelde herkesle iyi geçinirler. Aptal değil zeki, planlı ve son derece tehlikeli adamlardır. "

Üçüncü yaygın tipimiz kralcılar, daha doğrusu kraldan çok kralcılar dediğim adamlar. Osman hocam yağcılar diye tabir etmiş. Her güç merkezinin etrafında muhakkak dalkavuklar olur ve klasik tipleri "evet efendim, çok doğru buyurdunuz efendim, ne kadar da harika tespit ettiniz efendim" diye patronun etrafında dolanan cinsleridir. Aslında her yönetici de içten içe bu tip adamı sever ve çevresinde ister. Çok ego okşayıcı ve mutlu edicidir çünkü. Zaten kralcıların yararlandığı karakter zaafiyeti de budur. Patronun dediklerini sorgulamadan emir telakki eden, güç odağını mümkün olan her şekilde taklit eden ve bu şekilde menfaat peşinde koşan adamlardır bunlar. Birçok farklı tipini tarif ediyor Osman hoca kitabında ama şöyle bir örgüte, kamu kuruluşlarına, hükümete filan bakarsanız şeklen benzerliği görüp ciddi şaşırabilirsiniz. Gerçekten çok yaygın bir türdür Kralcılar, özellikle Türkiye'de. Neden? Çünkü bizim milletimiz güç mesafesi oranı yüksek milletlerden biridir. Güç sahibi olmayı da güce sahip olanın bunu göstermesini de severiz biz.

Son olarak şöyle bitiriyor Osman hoca: " Tüm bu tiplerin ortak özelliği avantacı olmalarıdır. İş yapmadan para kazanmanın yolunu bulmuşlardır. Hepsi iş yapıyor görünür ama iş miş yapmazlar. Bir patronun etrafında bunlardan biri ya da fazlası varsa, o şirkette üst kademe yolları hemen hemen kapalı demektir."

Eh, bunları bilmek ve farkındalığı arttırıp tespit edebilmek nasıl başedilebileceğini anlatmıyor maalesef. Osman hocama bu önemli konuyu eksik bıraktığı için birazcık sitem edebilirim sanırım.

* Tüm italik yazılar adı geçen eserden alıntıdır.
* Osman Ata Ataç ve kitabı ile ilgili yazıma buradan ulaşabilirsiniz.


Otomotiv Sektörü Nereye Gidiyor?

0

Otomotivin Türkiye ekonomisinin lokomotifi olduğu ve yan sanayii ile birlikte çok ciddi sayıda insan için gelir yarattığı bir gerçek. Ancak otomotivin ihracatının bile %70'nin ithalat gerektirdiği, Türkiye'nin asıl önemli parçaların direk üretimi ve geliştirilmesinden çok bir montaj atölyesi gibi çalıştığı da gerçek.

Daha önce ekonomik konularda çok yazdık, çizdik. Göstergelerin nasıl yorumlanması gerektiğini belki biraz fazla teknik detaya da girerek açıklamaya çalıştık. Hatırlarsanız orada Türkiye'ye sıcak para girişi olduğundan, bunun dövizi bollaştırıp Türk lirasının değerini düşürdüğünden ve ihracatı zora soktuğundan bahsettim. Bunu engellemek için de Merkez Bankasının üstüste faiz indirimleriyle Türk lirasını da bollaştırmak ve dolaylı olarak kur dengesini sağlamak durumunda kaldığını belirtmiştik. Bu faiz indirimleri ve piyasadaki Türk lirasının bollaşması tüketiciler için de faizlerin inmesi ve kredi kullanımının artması demek. Bunun normal şartlarda tüketimi arttırması ve piyasaları canlandırması gerekiyor. Kredi balonu şişip yüksek risk altına girmedikçe iyi olarak nitelenebilir. Ancak bu senaryoda otomotiv sektörü için acı bir gerçek ve önemli bir mesaj var:




Bu tablo Otomotiv Sanayicileri Derneğinin (OSD) bu ay yayınladığı rapordan alıntı. Orjinaline buradan ulaşabilirsiniz. Bu tablo şunu gösteriyor: Türk tüketicisi eline para geçtiğinde ithal otomobili tercih ediyor. Otomotiv pazarı büyüyor ama ithalatla büyüyor. Üretimin %3 azalmasına rağmen ithalatın %29 arttığına dikkat edin lütfen. Bizim yerli otomobil dediğimiz Fiat ve Renault'un belli bir pazar segmentine hitap edemediğinin, Opel, VW, Mercedes gibi markalarla kalite ve güvenirlikte yarışamadığının bir göstergesi bu. Buna Toyota ve Hyundai markalarını da katmak gerek.

Doğru söylemek gerekirse elinde bir VW alacak kadar parası olan birinin onun yerine Türkiye'de üretilen bir marka tercih etmesi çok olası değil. Kalite olarak da estetik açılardan da yakın bile değiller çünkü.

Buna Fiat, Renault gibi firmaların pazar tercihleri diyebilirsiniz. Pazarlama için bu seviyede bir kaliteyi uygun bulduklarını ve kendilerince doğruyu yaptıklarını da söyleyebilirsiniz. Ancak gümrük birliği nedeni ile ithal mallara ek bir vergi uygulaması yaparak yerli üretimi koruyamadığımız için bu tabloyu değiştirmek için başka önlemler üzerinde düşünmek gerek.

Benim bakış açımdan, yerli üretim yapan firmaların, uzun vadede anlamlı hedefler için şapkalarını önlerine koyup düşünmelerinin zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. Çünkü piyasaların açılması ve genişletici para politikaları aleyhlerinde işliyor. Veriler Türkiye için en popüler model olan B sınıfı sedanda yerli markaların tamamen silindiğini ve özellikle Tofaş için üretimin çok büyük ağırlıkla ticari araç segmentinde olduğunu gösteriyor.

Sanayi ve ticaret bakanlığının 2011 - 2014 yılları için hazırladığı "Strateji belgesi ve Eylem Planı" Türkiye'de otomotiv sektörü için öncelikli hedefi Ar-Ge yatırımları olarak belirlemiş. Bu konuda cılız birkaç girişim dışında elle tutulur bir gelişme ben göremiyorum. Türkiye hala Avrupalı üreticiler için tatlı bir pazar ve Avrupa ekonomisini ayakta tutan bir destekçi konumunda. Bu tabloya bir de halihazırda AB ve Amerika arasında devam eden "Serbest Ticaret" anlaşmasını eklerseniz Türkiye'nin Avrupa'ya ihracat konusunda daha da sıkıntıya düşeceğini, Amerikan markalarının ise direk rekabete katılacağını görmek zor olmaz sanırım.

Bu sektörden ekmek yiyen binlerce insandan biri olarak daha elle tutulur stratejiler, daha anlamlı Kobi destekleri, Avrupa'ya değil Türkiye'ye kazanç sağlayacak formüller görmek istiyorum. Sadece işçilik ücretleri ve yetişmiş iş gücü ile çok uzun süre rekabet edemeyeceğimizi, mutlaka teknoloji de geliştirmek zorunda olduğumuzu bir an önce görmek zorundayız.

Yöneticilerin de günü kurtarıp geçici olarak ekonomik rakamları makyajlamaya değil, uzun vadeli stratejik planlara yönelmesi gerekiyor. Biraz karamsar bir tablo evet, bekleyip göreceğiz...

Ya veriler yalansa?

0


İşletmecilik ve yönetim ile ilgili bir çok konuda yazdım şimdiye kadar. Bilgim ve zamanım el verdiğince yazmaya da devam edeceğim inşallah. Ancak fark ettim ki, en önemli kısmı atlamışız yazarken. En başta belirtmemiz gerekeni es geçmişiz. Hemen bu eksiği tamamlamak gerek;

Malum, eğer işletmenizi iyi yönetmek, kar elde etmek ve onu verimli kılmak istiyorsanız ilk yapmanız gereken şey doğru veri toplamaktır. Elbette yazacaklarım tamamen paranın, işletmede üretim yoluyla kullanılmasının, başka araçlara yönlendirilerek rant sağlayacak şekilde kullanılmasına tercih edildiği durumlar için geçerlidir. Yani varsayın ki daha çok para kazanmanızın tek yolu, işletmenizi daha rekabetçi ve verimli yapmak olsun. Başka rant kaynaklarını, siyasi çevrelere yakınlığı filan yokmuş kabul edelim. Çünkü bu ön kabulü yapmazsak işletmecilik biliminin bize katabileceği birşey yok. Konu başka yetenek alanlarına kayar ki, onlar hakkında benim malumatım yok.


İlk yapmamız gereken şey işletmenin durumunu masaya yatırmak ve durum analizi yapmak. Buna "SWOT" filan diyorlar ama isminin önemi yok; içeriği ve doğruluğu önemli. Hangi konuda iyisiniz, hangi konuda kötüsünüz, personeliniz ne kadar yetkin, ne kadar kuruma bağlı, kurum kültürü ne alemde gibi binbir sorunun çok derin analizine, samimiyetle cevaplanmasına ihtiyaç var. Ancak bu yazıldığı gibi kolay olmayacak. Çünkü bunu yapmaya kalkıştığınızda önce kendinizi yenmeniz gerek. Her insanda iç güdüsel olarak hatalarını görmemek, iyi yönlerini abartmak gibi eğilimler var. El tokadı yemeyen kendininkini balyoz zannedermiş dedikleri gibi, bu tip çalışmalarda herkes matbuu formları, departmanlarının ne kadar yetkin olduğunu, kadrolarının ne kadar yetenekli ve deneyimli olduğunu yazarak dolduruyor. Ancak yönetimlerin de bence bu yanlışta ciddi payı var; çünkü insana bir kağıt verip yaz bakalım güçlü ve zayıf yanlarını dediğinizde ilk olarak "neye göre" demeleri ve cevabını yönetimden almaları gerekir. İşletmenin açık hedeflerini, pazarın durumunu, rakiplerin halini, vaktini bilmeden bu sorulara cevap vermek çok kolay değil, anlamlı da değil.

İkinci işimiz sayısal veri toplamak. Birim maliyetlerini, verimliliğini bilmeyen hatta bilmesi gerektiğini bilmeyen işletmeler de var. Onları geçtik. Verilerin güvenilir ve doğru olması çok önemli. Bu sadece işletmecilikte değil, hayatın her anında çok önemli, çünkü veri diye baktığımız şey çoğunlukla başkaları tarafından toplanıp işlenen ve önümüze getirilen şeyler ve üzerinde oynanmaya çok açıklar. Eğer doğru soruları sormazsanız bırakın yanlış veriyi, yalan veri bile sunulur önünüze. Dün harika bir yazı vardı Hürriyet gazetesinde. Ege CANSEN hocanın yazısı, sürekli her konuşmada, mitingde söylenen ve halk içinde geniş bir inanıcı bulan söylemlerin, açıklanan rakamların aslında nasıl olduklarını anlatıyordu. Bakın ne diyor Ege hoca:

.......

BİRİNCİ EFSANE: KİŞİ BAŞINA MİLLİ GELİR ÜÇ KAT ARTMIŞTIR
Yanlış. Doğrusu, kişi başına milli gelir 10 yılda % 45 artmıştır. Üç kat artmış hesabı (ki, aslında 2 kat artmış veya 3 katına çıkmıştır demek gerekir) cari dolar fiyatıyla yapılan bir tercüme hatasıdır. Her ülkenin milli geliri ve büyümesi ulusal para ile hesaplanır. Ulusal para biriminin dolar karşısında değerlenmesi veya değer kaybetmesi büyüme oranını değiştirmez. Mesela 9 Haziran 2008’de 100 Japon Yen’i 0.94 dolar ederken, 24 Ekim 2011’de 100 Japon Yen’i 1 dolar 32 sente yükselmiştir. Japon parası, Dolara göre % 40 değerlenmiş ve Japonya’nın gerçekte pek de artmayan kişi başına milli geliri, cari dolar kuruyla hesaplandığında % 40 artmıştır. Ama hiçbir Japon başbakanı, bununla böbürlenmemiştir. 

İKİNCİ EFSANE: 10 YILDA TOPLAM MİLLİ GELİRİMİZ ÇOK HIZLI ARTTI
Yanlış. Son 10 yılın ortalama büyüme oranı % 5’tir. Bu oran önceki 80 yılın ortalama büyüme hızına kabaca eşittir. Değişen bir şey yoktur. Faraşlaşan cari açık devalüasyon krizine sebep olmasın diye, büyüme hedefi 3 yıl için % 5’e bağlanmıştır. 

ÜÇÜNCÜ EFSANE: TÜRKİYE EKONOMİSİ BÜYÜKLÜKTE DÜNYA 17’NCİSİ OLDU
Olmadı; zaten öyleydi. 1993 yılında da Türkiye, toplam milli gelire göre dünyanın en büyük 17. ekonomisiydi. Bazen bir basamak çıktı, bazen bir basamak indi. 19 yıl sonra 2012’de de büyüklük sırası değişmemiştir. Yani Dünya’nın 17’inci büyük ekonomisidir. Önümüzdeki 10 yılda da bu değişmeyecektir.

DÖRDÜNCÜ EFSANE: IMF BORCUNU SIFIRLADIK, BORÇSUZ ÜLKE OLDUK
Eksik konuşarak yalan söylemek işte budur. AKP’nin ekonomide aldığı en başarısız sonuç dış borç yükünün aşırı artmasıdır. (Diğer yandan efsanesinin çıkış sebebi de budur.) Dış borçlarımız, 2002’deki 130 milyardan, 2012’de 337 milyar dolara çıkmıştır. Çıkış devam etmektedir. Ülkemiz, hiçbir dönemde bu kadar çok dış borç yükü altına girmemiştir. IMF’ye olan borçlar, vadeleri geldiğinde yabancı bankalardan alınan yeni döviz borçlarıyla kapatılmıştır. Olay bundan ibarettir.

<-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------->

Benjamin Disraelli şöyle demiş: "Üç çeşit yalan vardır; yalan, kuyruklu yalan, istatistik", Mark Twain de "Rakamlar yalan söylemez, ancak yalancılar rakam söyleyebilir" demiş. Demek ki önümüze konan başarı göstergelerine ve istatistiklere birkaç açıdan bakmak gerek. İşletmenin gelirleri son üç yıl %10 arttıysa ancak ülkede %11 enflasyon varsa ne olacak?

Elbette burada "yalan" kelimesi konu başlığının vurgusunu arttırmaya hizmet ediyor. Paranoyaya gerek yok ama anlatmak istediğim insanların kendilerini kandırmaya da, başarılı görünmek için yöneticilerini kandırmaya da çok meyilli olabilecekleri. 

Gözünüzü açın; kendinizi değerlendirirken de, elinizdeki verileri okurken de, hükümetleri değerlendirirken de...

Yönetmek ya da yönetememek

0

Yönetimin nasıl olması gerektiği, hatta yönetimin ne demek olduğu ile ilgili geniş bir yazın yığını var. Herkes başka açılardan iyi bir yöneticide, ya da şimdiki daha moda tabiriyle, liderde olması gereken özellikleri listeliyor. Ben bu listelerin hiçbir işe yaramadığını, dahası gerçeği de hiçbir şekilde yansıtmadığını düşünüyorum.

Daha önceki liderlik yazımda nedenlerini yazmıştım. Bu tip listelerin okuyana efektif bir faydası olmadığı gibi, içerikleri de genellikle gerçeği değil, insanların kafasında şekillenen ideal "kahraman" profilini yansıtır. Anlayışlı, empati kurabilen, açık fikirli, katılımcı, karizmatik, paylaşımcı, demokratik, iyi dinlemeyi bilen, problemlere çözüm yaklaşımı sağlayan filan filan. Bu listelerde yazan birçok özelliğe hiç ama hiç sahip olmadığı halde üst düzey yönetimlerde bulunanlar olduğu gibi, tamamına sahip olmak da yönetici ya da lider olabilmenizi sağlamaz.

Hayat insana hergün birkaç ders veriyor. Son günlerde de hayat tarafından çok yoğun bir eğitime tabi tutulduğumu ve final haftası gibi, üstüste birçok sınava girdiğimi söyleyebilirim. Yaşanan anın heyecanı, duygusal tepkileri veya sıkıntısı geçtikten sonra olanları süzüp, kendini kandırmadan ve mazeretler bulmadan doğru mesajları çıkarmanın çok ama çok önemli bir özellik olduğunu düşünüyorum. Bunu geliştirmek için de kendi kendime çaba içerisindeyim.


Öncelikle şunu anladım ki, yöneticiliğin sözlerle hiçbir ilgisi yok. Ağzınızdan çıkan ne olursa olsun, eğer bunu davranışlarınızla desteklemiyorsanız kimseyi inandıramazsınız. Sözlerle ilgisi yok dedim ama, yönetici ya da lider olmak insana ek ve ağır bir sorumluluk daha yüklüyor. Sıradan çalışanlar gibi ağzınıza ilk geleni, içinizden geçeni söyleyemezsiniz. Duygusal tepkilerini bir kenara koymak ve her dediğinizin ikincil üçüncül etkilerini tartmak zorundasınız. Buna dikkat etmediğinizde, yıllarca sloganlarla, toplantılarla, etkinliklerle oluşturmaya çalıştığınız kurum kültürü 10 dakika içinde yerle bir olabilir. İnandırıcılığınızı ciddi tehlikeye sokabilirsiniz.

İkinci ders kulakları çınlasın Osman hocamın teknokrat, politikacı olarak yaptığı ve kitabında bir bölüm ayırdığı ayrımın ne kadar doğru olduğuydu. Teknokrat teknik konularda uzmanlaşmış adam demek, yönetim kademesi dışında her pozisyonda teknokrat olabilirsiniz. Herkesin meslek yıllarının ilk dönemleri, eğer torpiliniz filan yoksa, teknik konularda çalışmakla geçer. Yaşınız ve tecrübeniz henüz politikliğe müsaade etmediğinden üst yönetim kademelerine hop diye geçirmezler adamı. Geçirseler de yapamazsınız zaten. Ancak yaş ilerleyip siz, rahat battığından, yönetici pozisyonlarına yaklaşmaya başlarsanız, işin rengi değişir. Bu zamana kadar benim için doğru bildiğimi söylemek ve doğruyu bilmek için mümkün olduğunca okumak, öğrenmek birinci öncelikti. Hatta eleştiriyi, amiyane tabirle "kapak" olacak şekilde yani lafı çok keskin ve doğrudan söyleyerek yapmak inceden egomu okşuyordu. Hiç inanmadığım ya da şirket yerine bana faydası olsun istediğim birşey söylemedim. Söylemedim ama, ne zaman ve ne şekilde söylediğime de, olası etkilerine de pek dikkat etmedim. Burada saygı sınırlarının dışına çıkmaktan veya insanları rencide etmeye çalışmaktan bahsetmiyorum. Onlar zaten politik, teknokrat fark etmez olmayacak işler. Benim pek önemsemediğim; sınırların içinde ama kenara yakın olan ve önünü arkasını pek düşünmeden yapılan eleştiriler, itirazlar vs.

Sanıyorum bu biraz da karakter meselesi. Hayatın bunu düzeltmeniz gerektiğini size öğretmesi kendi başına işe yaramıyor. Nasıl düzelteceğinizi öğretmiyor çünkü. Ayrıca bunu düzeltmekle "eyvallah"cı bir dalkavuk olmak arasındaki ayrıma da dikkat etmek gerekiyor.

Üçüncü dersimiz insan ilişkilerinin ne kadar karmaşık ve zor anlaşılır temeller üzerinde olduğu ve bunu çözdüğünüze dair kendinize güvenmenin ne kadar sakıncalı olabileceği hakkında. Hiç beklemediğiniz kişiler, iyi ve kötü anlamda hiç beklemediğiniz işler yapabiliyorlar. Bu bakımdan yöneticileri anlamak da zor. Bir teknokratın işini iyi yapıp yapmadığını sayısal verilerle söylemek oldukça kolay, ancak daha çok insan ilişkileri ve kurum kültürü yönetmesi gereken bir yöneticinin hem yaptığı işin sonuçları hemen ortaya çıkmıyor hem de kırk tane değişkene bağlanabileceğinden her isteyen farklı bir yorumda da bulunabiliyor.

Hayatta ister istemez hem yönetmek, hem de yönetilmek durumundayız. Bu iki rol arasında gidip gelmek ve her ikisinin de  gereklerini layıkıyla yapmak biraz zaman ve tecrübe, biraz istek ve gayret, birazda doğuştan yetenek işi.

Ancak tüm karmaşıklığına ve değişkenlerin çokluğuna rağmen evrensel bazı gerçekler de var. Nasıl iyi yönetici olunacağının tarifi zor ve muhtelif, ancak eğer baskı, yasaklar ve korku ile yönetmeye kalkıyorsanız, eğer insanların emeklerine saygı göstermiyorsanız, eğer kendinizin herşeyin doğrusunu bildiğinizle ilgili küstah bir yanlış içindeyseniz berbat bir yönetici olacağınız, yani yönetemeyeceğiniz kesindir.

Tersten eğitim yapan hayata selam olsun. Hayat alışık olduğumuz eğitime inat, önce sınav yapar sonra dersini verir. Mevcut eğitim sistemini de bu yönden düşünmekte belki fayda vardır. Böyle öğrenince kolay kolay unutulmuyor çünkü...